Zil çaldı! Herkes özgürlüğe çığlık ata ata koştu. Bağrışmalar, gülüşmeler bütün okulu sardı. Doğrusunu söylemek gerekirse benim de çocuklar gibi koşup, eğlenip oynayasım var.
Merdivenden inip bahçeye çıktım, bence kaçırılmaması gereken bir hava var. Mis gibi güneş ve içimi huzurlu kılan hafif ılık bir bahar esintisi. Bahçede dolanırken gözüme bir şey ilişti, merak ettim ve yanına gitmeye karar verdim. Yaklaştıkça merakım arttı. Acaba iki öğrenci birbirine sarılmış, neden ağlıyorlar? Ve sordum neden ağlıyorsunuz diye. Cevabın beni bu kadar yaralayacağını hiç düşünememiştim.
İki kız kardeş, aralarında iki yaş var. Yetimhanede kalıyorlarmış, anne-baba yok. Bakacak hiç kimseleri yokmuş. sadece ikisi kalmış kendileri için ve birbirlerinden başka kimseleri yok. Beş yıldır yetimhanedelermiş ve dün onlar için yine bir kayıp olmuş. Ayrılık vakti; biri için gitme, biri için kalma zamanı.
Ve ben dinledikçe hüznüm artıyor, boğazım düğümleniyor. Küçücük yaşta ne büyük kayıpları olmuş ve kim bilir ne acılar yaşamışlardır, düşünmek bile istemiyorum.
Hâlbuki iki dakika önce mis gibi dediğim güneşli hava kimileri için kara bir bulutmuş meğer. Ne desem, ne yapsam da acılarını dindiremem. Biliyorum, hiçbir şey bu iki kız kardeş için teselli olamaz.
Tek yaptığım çaresizce onları dinlemek ve sarılmak oldu. Yine de sordum; yok mu bir çaresi, yapabileceğimiz bir şey diye. Sorar sormaz hemen büyük olan dönüp sert bir
dille “Yok hocam. Kural bu, kardeşim o aile ile gidecek.”
Ve o an anladım ki abla aslında kardeşinin
gitmesini istiyor. Oradan gidip bir aile sıcaklığına ve yuvaya kavuşmasını, oradan kurtulmasını. Ne büyük, yüce bir yürek ve fedakârlık. Abla gidecek deyince küçük, daha çok ağlamaya başladı. Abla hemen teselli etti, “Gideceksin ama bir gün yine kavuşacağız.”
Koca bir yalandı, farkındaydım. Zil çaldı, sınıflarına doğru ağlaya ağlaya gittiler. İçim paramparçaydı. Bütün bedenim uyuşmuş gibiydi, nasıl geçecekti bu birkaç saat? Aklımda hep iki küçük yürek.
Okul bitti ve çıkışta müdürden kaldıkları yetimhaneyi öğrendim, gitmeye karar verdim. Yetimhane kapısına gelince ne kadar bencil ve şükürsüz bir hayatımın olduğunu fark ettim, utandım. Yetimhane binasına girdim, müdürün odasını sordum. İkinci kat, sağdan üçüncü odanın kapısını
tıklattım. “Gir!” sesinden sonra içeri girdim. Müdür Bey’e kendimi tanıtıp gösterdiği yere oturdum. Orada kalan iki öğrencimden bahsettim, hemen tanıdı ve suratını bir hüzün kapladı. İşin aslını bir de Müdür Bey’den dinlemek istedim. Müdür Bey konuya girmeden önce, “Ne içersiniz?” diye sordu. “Teşekkür ederim, bir şey içmeyeceğim.” diyerek bir an önce konuya girmek istedim.
Müdür Bey de anlatmaya başladı.
İki kız kardeş, gözlerini gecekonduda açmış. Ne kadar yoksulluk olsa da mutlu bir ailede büyümüşler. Anne, baba sevgi ile büyütmeye çalışmış iki kızını ve baba büyük fedakârlıkla çalışıp ailesinin ihtiyaçlarını gideriyormuş derken o acı gün yaşanmış. Bir kış gecesi rüzgârın etkisi ile evi kaplayan o gaz, anne ve babayı evlatlarından ayırmış. İki küçük kardeş son anda kurtarılmış. Biri dört, biri altı yaşındaymış. Küçücük yaşta kimsesiz ve savunmasız kalmışlar.
Bu yurda yerleştirilmişler. Kendi hâllerinde, sessiz, birbirinden hiç ayrılmayan iki kardeş. Anılar biriktirmişler bu küçük dünyalarında. Yıllar geçtikçe dünyaları da büyümüş hayalleri de. Büyük olan Zeynep, hem abla olmuş hem anne hem de tüm dünyası olmuş Gülşah’ın.
Birbirlerine hem arkadaş hem de yoldaş olmuşlar, dinledikçe hüznüm arttı ve kendi kendime düşünmeden edemedim bir teneffüsten nereye diye. Neredeyim, ne yapıyorum burada diye sorguladım ve bir an kendime geldim. Kaldığı yerden devam ediyordu Müdür Bey hem yetim
hem öksüz iki kardeşin hayatını anlatmaya. Geçen yıl Zeynep’in ara ara baş dönmeleri
başlamış ve bayılmaları olmuş. İlk başta fazla önemsenmemiş, yeterince yemek yemediğinden güçsüz kaldığını düşünmüşler. Bayılmalar gitgide artmış ve hâlsizlik, eklem ağrıları şiddetlenince iş ciddiye binmiş ve hastaneye götürülmüş. Detaylı kan testleri yapıldıktan sonra
Zeynep’in ciddi bir rahatsızlığı ortaya çıkmış. Doktor kanser olduğunu ve çok geç
fark edildiğini, fazla umut olmadığını söylemiş.
Bütün vücudum uyuşmuş gibi oldu. Beynimin algılayamadığına, yanlış duyduğuna inandırdım kendimi. Müdür Bey’e neyi varmış diye tekrar sordum. Müdür Bey üzülerek ve sesi kısılarak tekrarladı. İkimiz de o an sustuk, oda birden soğudu, elimi nereye koyacağımı şaşırdım ve bir an konuşmayı unutmuş gibi kelimeler karıştı zihnimde, çıkamadı ağzımdan. Bir süre sonra Müdür Bey sordu,
“İyi misiniz hocam?” Ben öylece suratına baktım durakladım ve
“Devam edin hocam.” diyebildim. “Hayır!” diyebildim sadece ve anlatmaya devam etti Müdür Bey. İlk başta Zeynep’e bir şey
dememişler. Zeynep zaman geçtikçe artan rahatsızlıklar üzerine sürekli sorup durmuş benim neyim var diye. Anlamış sanki kötü bir şey olduğunu ve en sonunda öğrenmiş
rahatsızlığını, çok üzülmüş ama öleceği için değil kardeşi için. Yapayalnız kalıp bir başına ne yapar diye düşünmüş abla yüreği ile. O küçük yaşta koca yüreği ile bir tek kardeşini düşünmüş, bir tek kardeşini sığdırmış koca yüreğine. Kardeşine belli etmeden usul usul ağlamış hep köşe bucak saklanarak. Teselli etmeye çalışsalar da Müdür Bey ve diğer çalışanlar, fayda etmemiş etmez de. Her hastane kontrolünde daha da kötüye gidiyormuş hastalığı ve zaman tükendikçe umutlar da tükenmeye başlamış Zeynep için.
Ve bir gün Müdür Bey’in kapısını çalmış Zeynep. Ağlamaklı bir şekilde yalvarmış ilk ve son isteğini dile getirmiş. Son dileği ise Gülşah’ın iyi bir aileye evlatlık verilmesi. Gülşah’ın yanında ölmek istememiş, kardeşinin bir daha böyle bir kayıp ve acı yaşamasını istememiş.
Günler geçtikçe Zeynep zayıf düşüyor, kardeşi için endişe duyuyor. Derken bir gün bir çift geliyor, otuzlu yaşlarında ve hiç çocukları olmamış. Bir kız çocuğu istiyorlar. Kriterleri tam Gülşah’a uyuyor. Müdür Bey öncelikle Zeynep ile görüşmüş ve Zeynep ne kadar sevinse de içinde bir burukluk olmuş, bu kadar çabuk beklemiyormuş bu ayrılığı.
Mevzu buymuş, öğrenmiş oldum ve olayların buraya gelmesi beni çok üzdü. Meğer biz kendi dünyamızdayken başka ne
dünyaları olanlar varmış, bihaberiz.