Morrison'un The Bluest Eye eseri, 1970 yılında yayınlanmıştır ve bir anlamda otobiyografiktir. Eser, kendi içerisinde Morrison’un büyüdüğü kasabada geçmektedir. Dokuz yaşındaki bir çocuğun bakış açısından anlatılmaktadır. MacTeer ailesi gibi Morrison’un ailesi de Büyük Buhran sırasında mücadele vermişlerdir. Morrison da tıpkı Claudia gibi annesinin şarkı söylemesini dinleyerek büyümüştür. Romanın önsözünde eserin, Morrison’un mavi gözleri olmasını isteyen küçük bir kızla yaptığı konuşmadan ortaya çıktığı görülür.
9 yaşındaki Claudia ve 10 yaşındaki Frieda Macteer, aileleriyle birlikte Ohio’da yaşamaktadırlar. Ebeveynleri ise Büyük Buhran’dan dolayı geçim sıkıntısı ile uğraşmaktadırlar. MacTeer ailesi, evlerinde Henry Washington ve Pecola adlı bir genç kızı misafir etmektedirler. Roman okunduğunda ilk başta Pecola’nın kaderinin tek suçlusu Cholly Breedlove gibi görünür. Belki de bu doğrudur fakat 'Pecola’nın kaderinin sorumlusu kimdir?', diye sormadan önce, 'Cholly’nin kaderinden kim suçludur?', diye sormamız gereklidir. Bunun için birkaç kişiyi mi yoksa bütün bir toplumu mu suçlamalıyız?
Eserde, bizlere ilk olarak Pecola’nın yaşadıklarından bahsedilir. Babası içen bir insandır ve annesiyle sürekli kavga etmektedir. Bir gün babasının cinsel istismarına maruz kalır ve bundan dolayı hamile kalır. Beyazlığın güzel olduğunu, siyah tene sahip olmanın ise çirkinlik olduğunu düşünen Pecola, eğer mavi gözlere sahip olursa insanlar tarafından kabul edilebileceğini düşünür. Tanrı’dan mavi gözlere sahip olmayı diler ve hatta büyücüye bile gider.
Pecola, kendisini sadece yansımasını görünce görebilir ve o zaman da delirmiş olur. Okulda, dışarıda dışlanan Pecola, bebeğini de kaybettikten sonra artık ırka dayalı nefretin, en küçük bir kısmının bile tesadüfi olarak nasıl bir yıkıma yol açabileceğini bizlere göstermiştir. Diğer bir açıdan Pecola’nın ailesini incelememiz gerekir. Pecola’nın ebeveynlerinin ikisi de zor bir hayat yaşamışlardır. Annesinin ayağı topal olmakla beraber, kendisini her zaman yalnız hisseder. Pauline kendisinin çirkin olduğunu düşünür ve aşk denilen duygunun yalnızca güzel insanlarca yaşanabileceğini zanneder. Güzel insanlar da onun için beyaz bireylerdir.
Cholly’nin şiddetini içselleştirir ve işe gittiğinde beyaz bir kadının evini kendi eviymiş gibi benimser. Beyaz bir kadının çocuğunu kendi çocuklarından daha çok önemser. Bir anne, kendi evini ve çocukları yerine başka bir kadının doğurduğu çocuğu daha fazla benimseyebiliyorsa burada tek suç annenin midir? Ten renginden dolayı kendini sevememek veya kendini topluma ait hissedememek, sadece tek bir bireyin halledebileceği bir çözüm müdür?
Pecola’nın babası Cholly ise ailesi tarafından terk edilir ve ilk kez seks yaparken yakalandığında, iki beyaz adam tarafından küçük düşürülerek gururu kırılır. Bu noktada Cholly kendisini beyazlardan daha düşük konumda hissederek karşısındaki kızdan nefret eder. Babasını bulmak ve aile duygusunu yaşamak istediğinde ise babası onu fark etmez.
Cholly ve Pauline tanıştığında artık her şey değişmiş, Cholly vahşi bir insan haline gelmiştir. Cholly bir gün eve döndüğünde Pecola’yı bulaşık yıkarken izler ve bir duygu karmaşası yaşayarak kendi kızına cinsel istismarda bulunur. Pecola’nın annesi bu duruma inanmaz ve tam bu noktada Pecola’nın kaderini daha da içler acısı bir duruma getirir. Pecola da son çareyi sahte bir mistikten mavi göz istemekte bulur. Mistik ise sevmediği bir köpeği öldürtür. Bu noktada mistiğin Tanrı’ya yazdığı mektup, can alıcıdır. Tanrı’ya küçük bir kızın mavi bir çift gözü, sanki bir çift ayakkabı istermiş gibi istediğini söyler. O küçücük kız çocuğu, bu dünya üzerinde paramparça olmuştur.
Olanların hiçbiri Pecola’nın suçu değildir. Kendinden nefret eden bireyler, kendilerini aşağılayan insanların ruhlarını giyinip etrafındaki kişilere de zarar veren insanlar haline gelirler. Claudia ve Frieda ise Pecola’nın babası tarafından hamile bırakıldığını öğrendiğinde insanların, toplumun aksine bebeğin doğmasını ve yaşamasını isterler. Bisiklet almak için biriktirdikleri için parayla kadife çiçeği tohumları ekerler. Eğer tohumlar çiçek açıp büyürse bebek de doğup büyüyecektir. Fakat nasıl bebek yanlış rahime konulduysa, tohum da yanlış toprağa konulmuştur. Çiçekler açmayı reddeder ve Pecola’nın bebeği erken doğduğu için ölür. Pecola’yı ikinci defa istismar edip sonra da kaçan Cholly de ölür. Pecola ise kendi yansımasını görür ve yansımasıyla konuşurken kendi gözlerinin dünyadaki en mavi gözler olduğunu söyleyip durur. En sonunda ise delirir.
1965-69 yılları arasında siyah bireylerin hayatında bir ayaklanma ve değişim vardı. 1970 yılında yayınlanan The Bluest Eye eseri ile ise Toni Morrison bizlere, bu değişim ve ayaklanmanın toplumdaki bireylere ne derece etki edebileceğini göstermiştir. En başta mevsimsel olarak ekosistemin bozulması ile siyah bir kızın hayatının nasıl paramparça olduğu birbiriyle bağlantısız görülebilir fakat dünyada ve doğada olan her şey, birbirine bağlıdır.
Benim fikirlerime göre Pecola’nın kaderi, sadece Cholly’nin değil aksine bir toplumun, hatta dünyanın elindedir. Evet, belki de toprak bazı çiçek türlerine iyi gelmeyebilir ve bunun sonucunu kurbanda ararız. Fakat benim fikirlerime göre bilinmesi gereken bir şey vardır ki o da ne toprak ne de çiçek suçludur; çünkü biliyoruz ki her çiçek türüne uygun toprak bulunur. Fakat biz insanlar bir şeyler yaptığımızda ve sonuçları kötü olduğunda sebeplerini kendimizde aramamayı o kadar iyi öğrenmişiz ki çiçek, toprakta yetişmediğinde suçu asla kendimizde aramayız.