“Begonviller köyündeki korku hikayeleri… Belirli bir yerde yaşayan insanların başından geçen korku hikayelerinin anlatıldığı antoloji serisidir.“


Birinci Kısım


Komşular, akrabalar hep sorardı. Zeynep’in yanakları hep böyle kırmızı mıydı? Annesi bebeklik fotoğraflarını gösterirdi. Zeynep bebekken de pek tatlıydı! Yanakları tombul tombul, elleri pamuk gibi yumuşacık, hele o kehribar gözleri… Aman, aman! Beş yaşına girmeden annesi kâkül kestirmişti. Alnına inen koyu kestane saçları gözlerini az da olsa saklardı çünkü.


Pek de usluydu. Ta bebekliğinden beri… Duru bir yüzü vardı, hani gülümser gibi fakat belli belirsiz. Asla sırıtmaz, şen kahkahalar atmazdı. Misafirlikte bir köşeye oturur, büyüklerin konuşmasına kulak kabartırdı. Bağırıp çağırdığı, yaramazlık yaptığı da yoktu. Ailesi onu hiç azarlamazdı. Derslerinde de fevkalade başarılıydı. Öğretmenleri onu övmelere doyamazdı.


Zeynep’in dışı ne kadar tatlıysa içi de bir o kadar baldı. İnsanın durduk yere sevesi gelirdi. Tam kibarcık… Kibar ve hanım hanımcık. Arkadaşları en çok onu severdi, hatta öyle ki Zeynep’i paylaşamazlardı. Sınıfta sürekli yeri değişirdi. Teneffüste ilk kim kolundan yakalarsa… Bazen aralarında anlaşırlardı. Zeynep’i gördükleri her an öldürecekmiş gibi sevgiye boğarlardı. Sıkıca sarılırlardı, nefesi kesilirdi çoğu zaman.


Nasıl seviyoruz, çok seviyoruz, çok fazla seviyoruz. Sol gözümüz sağ gözümüzden kıskanır onu, bir şey olacak, bir fenalık edecekler diye korkarız. Bu gibi sözler gün geçtikçe bıktırdı onu. İltifatlar, sevgi gösterileri, durmadan verilen tavizler… Zeynep’in kusurları hiç kimsenin gözüne batmıyordu. Çünkü insanlar onda değil, kendinde kusur buluyordu. O kadar çok seveni vardı ki… Birer yılan gibi koluna, bacağına dolanmışlardı. Dile gelseler, nefret ediyoruz senden, derlerdi. Ve seviyoruz da.


Nitekim annesi babası, arkadaşları, kolu komşu sakınsa da Zeynep on beşine basmadan öteki tarafa göçtü. Öyle bir anda… Bir rüzgar esti evlerine, aniden ve zamansız, alıp götürdü. Zeynep’in arzu ettiği de buydu. Karanlığın içinde kaybolmak. Silinmek ve tamamen unutulmak. Fakat öyle kolay değildi. Kırkından sonra bile ailesi feryat figan etmişti. Evin önünden geçenler matem havasından gözyaşlarını tutamazdı. Herkes ona ağladı, herkes onu bir daha sevemeyeceği için ağladı. Tuz ve şeker gibi, hayatın tatlı acı anıları kızla birlikte gömülmüştü. Köyün üstüne kara bulutlar çökmüş, sonbaharın ortasında zemheri inmişti.


Kışın iyiden iyiye bastırdığı bir vakit kadının canına tak etti ve kendini gecenin karanlığında sokağa attı. Köy kısmı karanlık çökünce dışarı çıkmazdı. Asla… Çıkılır mıydı dışarı? Kocası da peşine takıldı ve bir süre öylece yürüdüler. Belli belirsiz bir fısıltı çalıyordu kulaklarına. Ve adım sesleri… Birazdan karanlıktan çıkan eller onları içeri çekecekti. Hava berbattı, esen rüzgar bıçak gibi batıyordu. Kadın giydiği kırmızı hırkaya sarıldı. Daha fazla uzaklaşırlarsa eve dönemeyeceklerdi. Ama ne olacaktı ki? Zeynep yoktu.


Yine de hayatta kalma arzuları ağır bastı ve kendilerini evin önünde buldular. Adım sesleri yavaşlamıştı, fısıldaşmalar ise artık duyulmuyordu bile. Dış kapıdan içeri girdiklerinde korkulukların parçalandığını fark ettiler. Ve bir şey daha… Dehşete kapıldılar, öyle ki kıpırdayamadılar bile.


Geçen yaz ektikleri domates, biberler çürümeye yüz tutmuştu. Soğuğun da etkisi vardı bunda. Ağzına bir dolu toprak alan cin onlara doğru döndü. Saçı kısmen dökülmüş, kafa derisi kanıyordu. Teni de kuru kuru, dökülmeye yüz tutmuştu. O kadar zayıftı ki derisi kemiğine yapışmıştı. Ve gözleri, iki siyah çukurdan ibaretti. Cin toprağı çiğnedi, ellerini kuru toprağa daldırıp eşeledi, kadın ve kocası korkudan taş kesilmişti. Tek yapabildikleri öylece bakmak oldu.


Zeynep. Önce ne söylediğini anlayamadılar, sesi kaba ve hırıltılı geliyordu. Ama kızın penceresine baktığını fark ettiklerinde… Zeynep. Tekrar ve tekrar söyledi.

“Zeynep’im öldü,” diye bağırdı kadın, feryat figan ederek. “Sen mi… Ah, kızım!” Elini kalbine götürdü. Bu kadarına dayanması mümkün değildi.


Derin bir inleme sesi duyuldu. Gözlerinin olması gereken yerden tek damla gözyaşı dökülmemişti. Cin tırnaklarıyla toprağı eşeledi. Bu kez daha kuvvetli. “Zeynep…” diyordu.


“Kızımız gitti,” dedi adam, acı içinde. “Bir daha dönmeyecek.”


Cin avucundaki tohumu onlara uzattı. Alıp almamak konusunda kararsız kaldılar. Ama onu uzaklaştırmanın başka yolu yoktu. Uzanırken istemeden kemikli ellerine dokundu. “Zeynep’i geri getirelim.” İçi ürperdi. Yanlış mı anlamıştı? Ama hayır, ne duyduğundan gayet emindi. Kızını bahçeye gömmesini istiyordu. Tohum ne içindi?


“Nasıl?” diye sordu, anlık bir gafletle. Cin toprağa vurdu, tekrar ve tekrar. Anlatmaya çalıştığı da buydu.


Allak bullak oldular. İçeri girerken bakışlarını cinden ayırmadılar, toprağı eşelemeye devam ediyordu. Ufacık bir umut varsa denemeye değmez miydi? Tüm gece oturup bunu düşündüler. Ufacık bir umut… Zeynep için değmez miydi?


Sabahında adam, kızını bahçeye defnetmek için muhtardan izin aldı. Muhtar bunun hoş karşılanmayacağını dile getirse de nihayetinde ısrarlarına dayanamadı ve razı geldi. Kızı usulünce bahçeye defnettiler, başına da tahtadan bir mezar taşı diktiler. Toprağa cinin verdiği tohumları ektiler ve günlerce tohumun yeşermesini beklediler. Nihayet yeşerdiğinde içlerini tarifsiz bir huzur kapladı. Evlerinde solup giden neşe geri gelmişti. Kızının bedeniyle karışan toprakta bir bitki filizlenmişti. Ama bu çocuklarının dönmesini nasıl sağlayacaktı? 


Gece olunca cinin gelmesini beklediler. Kızlarının odasındaki pencereden onu gömdükleri yere baktılar. Ancak ne kadar beklerlerse beklesinler cin gelmedi. Günler, aylar geçti. Tohum büyüdü, yaprakları çıktı. Onun büyümesini izlemek içlerindeki hasreti dindiren yegane şeydi. Tüm hayatlarını Zeynep’ten sonra bu tohuma adamışlardı. 


Aylar sonra bitki yeterli olgunluğa ulaştı. Daha önce hiç görmedikleri türden kıpkırmızı bir çiçekti bu. Kızlarına benzetmişlerdi. Zeynep kadar güzel ve narindi. Bu dünyadaki herkesten, her şeyden daha özeldi. Kadın yapraklarına dokunmaya kıyamadı. Gün boyu yanında oturup onunla konuştu. 


Derken bir gece, kızının odasındaki pencerede cini gördü. Çiçeğe doğru yaklaşıyordu, can havliyle aşağı indi. Kocası da peşinden inmişti. Cin çiçeğe dokundu ama farklı bir dokunuştu onunki. Zarar vermek istememişti. 


Zeynep. Cin taç yapraklarına dokundu ve bir kez daha kızlarının adıyla seslendi. Onlar da o zaman anladılar. Zeynep’in ruhu bu çiçeğin içine karışmıştı. Ne yapacaklarını, ne hissedeceklerini bilemediler. Birbirlerine sarılıp ağladılar. Karşılarındaki güzel çiçek bir zamanlar çocukları olan Zeynep miydi?


Sessizliği bozan kadın oldu. “Kızımız bir çiçek olsa… Aynı böyle güzel gözükürdü.”


“Nasıl bir günaha battık biz?”


“Korkulacak bir şey yok. Zeynep’ime en güzel şekilde bakalım. Onu çok seveceğiz… Ölene kadar seveceğiz. Bizden sonra da yaşar mı ki? Ormana götürüp gömeriz. Ne güzel olur! Zeynep’im yaşayacak! Ona güzel baktığımız sürece upuzun bir hayat var önünde. Bakma sen, iyi de oldu aslında. Yetişkin olunca evlenip bizi terk edecekti. Ya da güzelliği bozulacaktı. Canım kızım, Zeynep’im hep bizim yanımızda kalacak. Daha ne isteyebilirim şu hayatta?”


Aklını kaçırmıştı muhakkak… Adam karısını içeri gönderdi ve çiçekle baş başa kaldı. Zeynep yanlarında kalacaktı ama insan olarak değil, çiçek olarak! Mutlu olacak mıydı? Asla derdini, sıkıntısını anlatamayacaktı. Hareketsizce, konuşmadan, yalnızca ona bahşettikleri hayatı yaşayacaktı. Bir daha asla Zeynep’in sesini duyamayacaklardı. Gülüşünü zamanla unutacaklardı. 


Yüreğine bir sıkıntı çöktü. Kızı öldüğünde bile bu denli çaresiz hissetmemişti. Zeynep’i çok severken ona böyle bir kötülüğü nasıl yapabilmişti? Ruhu cennete gidecek miydi? Öteki tarafta anne babasına lanet okuyacaktı. Canı acıdığında bunu dile getiremeyecekti. Korkunç bir hata yapmışlardı!


Adam elini kalbine götürdü. Birdenbire nefesi tıkanmıştı. Olduğu yere yığılırken karısına seslenmeyi düşünmedi bile. Sessizce kabullendi durumu. Olması gerektiği gibi… Kızına yaptığı kötülüğün cezasıydı bu. Gözlerini kapattı, kısa ve titrek bir nefes aldı, kızı belirdi zihninde. Zeynep’in gülümsediği kısacık bir anı… Aslında gerçek olmadığından bihaberdi. Zeynep ne onu ne de annesini sevebilmişti.


Sabahına karısı onu bulduğunda çoktan öteki tarafa göçmüştü. Kadın feryat etmedi bu kez. Yapılması gereken belliydi. Kızının yanına bir çukur daha kazdı ve kocasını sürükleyerek içine attı. Gece olunca cinden tohum isteyecekti. Olan olmuştu.


Toprağı okşadı. İnsan böyle zamanlarda ailesini bırakıp gider miydi? Asla, hiçbir koşulda, onları terk etmeyecekti. Kocası ve kızı… Başka şekilde bir arada olacaklardı.


İkinci Kısım


Zehra kardeşinin karşısına dikildi. “Ablacığım,” dedi endişeyle. “Yapma bak. Annem çiçekleri kopardığını görürse gebertir seni. Valla bu sefer ben de elinden alamam. Durduk yere dellendirme kadını.” 


Ali umursamazca omuz silkti. “Onun dellenesi var zaten. Kafasında bir tahta eksikmiş.” Ablası sağlam bir geçirdiğinde nazlandı. “Ne kızıyorsun? Babaannemler konuşurken duydum. Nereden aldık şu deli dul karıyı dedi. Hem geçen çiçeklere yaklaştığın için dövmedi mi seni?”


Zehra elini yanağına götürdü. Acısı hala geçmemişti. “Neyse ne… Değer veriyor işte. Ölen kızından ve kocasından kalan tek şeymiş. Az saygı duy sen de.” 


“İyi ya işte. Ben de ondan yapıyorum. Bu çiçekler annemizle aramıza giriyor.” 


Zehra tereddüt etti. Annesinin ne tepki vereceğini kestiremiyordu. Bir yandan o da çiçeklerden kurtulmak istiyordu. “Anlarsa fena olur ama,” diye geveledi. Henüz işlemediği günahın lekesi yüzünde belirmeye başlamıştı. İçine bir sıkıntı çöktü.


“Öldürecek değil ya.”


Eskiden ablasına ait olan odanın penceresinden dışarı baktı. Annesi günün çoğunu çiçeklerinin yanında geçirirdi. Karnına bir ağrı saplandı. Hiçbir zaman annesinin sevgisini tam anlamıyla kazanamamıştı. Teyzesinden öğrendiği küçük bir bilgi ona hayatı zindan etmişti. 


Doğduğu gün kız olursa adı Zeynep olacaktı. Ama annesi kızını Zeynep’e benzetememiş, onu ablasının ismini taşımaya layık görmemişti. 


Zehra babasına çok benziyordu. Fazla güzel sayılmazdı ama çirkin de değildi. Gözlerinde çocukluğun verdiği masumiyet ışıldıyordu. Her nasılsa ablasına karşı duyduğu öfke bile söndürememişti bu ışığı. 


Ali de babasına çekmişti ama onun yanakları ölen ablası gibi kıpkırmızıydı. Tam da bu sebepten kadın oğlunu her zaman daha çok sevmişti. Doğdukları andan beri çocuklar ablalarıyla rekabet halindeydi. Kocası hala anlayabilmiş değildi. Kadının gözünde evdeki çiçekler kadar değerleri yoktu.


“E, yapacak mıyız?”


Zehra bir an irkilip kardeşine baktı. Annesine karşı içinde biriktirdiği öfkeyle yanlış karar vermekten çekiniyordu. “Ya çok sinirlenirse? Ne bileyim bizi terk ederse?”


“Şimdi yanımızda sanki.” 


“Deme öyle şeyler.” Ali gözünü karartmıştı, ablasının aksine aklında en ufak bir şüphe yoktu.


“Ben bu gece yapacağım. Gelmek zorunda değilsin.”


Zehra içindeki huzursuzluğu bastırarak, “Tek yapamazsın,” dedi. “Seninle geleceğim. Ama… Emin misin?”


Ali ablasına ters bir bakış atarak, “Eminim,” dedi. “Annemizin artık bizi sevme zamanı gelmedi mi? Kaç sene geçti sayamıyorum. Onlarla yaşamaktan bıktım. Ölsünler artık. Hem ne kadar abarttın… Alt tarafı çiçek.”


İki kardeş gece hiç uyumadılar. Uygun bir saatte evden sessizce çıktılar. Hava zifiri karanlıktı. Rüzgar buz gibi esiyordu. Ne hava! Zemheri inmişti köye. Soğuktan nefesleri kesilmişti. Çiçeklere doğru yaklaşırken etraflarına bakındılar. Kimsecikler yoktu. Ses de çıkmıyordu. Cinlere bulaşmadan işlerini halletmek istiyorlardı. 


Tüm hayatlarını mahveden çiçeklerin kökünü söktüklerinde tuhaf bir rahatlama hissettiler. Uzun zamandır taşıdıkları bir yükü atmak gibi… Zehra elinde tuttuğu kırmızı çiçeğe bakarken doğru kararı verdiklerini düşündü. Nereye atacaklarından emin değillerdi ama.


“Çöpe mi atsak?” dedi Ali ama hemen vazgeçtiler. Annesi bulursa onları öyle bir döverdi ki… Ya da daha fenası öldürürdü. Bu düşünce bile yeterince korkunçtu. 

Zehra bir an için panikledi. “Geri mi diksek? Korktum ben. Hava da çok soğuk. Üç harfliler dadanırsa ne yaparız.” 


Bahçedeki ağacın arkasına tünemiş cin karanlığın içinden süzülüp onlara doğru gelmeye başladı. Ağzından çıkan sesler belli belirsizdi. Fakat Zehra az da olsa ayırt edebilmişti. Zeynep diyordu! Korkudan beti benzi attı. Ali henüz fark edebilmiş değildi ama ne olursa olsun kaçmak zorundaydılar. Genç kız kardeşinin bileğinden tuttuğu gibi onu evin içine sürüklemeye başladı. Cinin adımları yavaştı. Onlara doğru gelirken hiç acele etmiyordu. Evin içine girdiklerinde kapı deliğinden baktı. Onların değil, çiçeklerin peşine düşmüştü anlaşılan. 


Ali tek yatmak istemeyince Zehra kardeşiyle uyumaya razı oldu. Zaten onu yalnız bırakmaya içi el vermemişti. Kollarını doladı, zavallıcık korkudan titriyordu. Ellerindeki toprağı temizlemişlerdi ama tırnaklarının içine de girmişti. Sabah olunca kıyamet kopacaktı. 


Nitekim kadın uyanır uyanmaz çiçeklere bakmaya gitti. Feryadı ev ahalisini uyandırmıştı. Çiçekler mahvolmuştu. Üstelik kökleri de yenmişti. Kadın dövündü, durdu. Kocası ona yardım etmek istedi ama nafile. Yanına kimseyi yaklaştırmadı. Toprağı avuçladı. Nasıl ağlıyordu! 


Zehra ve Ali annelerine müthiş şekilde öfkelendiler. Belli ki cini başlarına o musallat etmişti. Hem de ne uğruna? Öfkeleri taşma noktasına gelince canlarına tak etti. Evden kaçıp doğruca muhtarın evinin yolunu tuttular. Bu olanların affedilir bir yanı yoktu.


Muhtar sabahın erken saatinde kapısını çalan kardeşleri içeri buyur etti. Onlara gevşemeleri için su verdi. Zehra bir çırpıda olan biteni anlattı. Kelimeleri doğru düzgün kuramasa da muhtar derdini anladı ve, “Cini musallat etmiş size,” dedi. 

“Üç harflilerin… adını anmasak daha iyi,” dedi Zehra ürperirken. İçinden dua etmek istedi ama ellerinde hala toprak kalıntıları taşırken buna hakkının olmadığını düşündü. Kardeşine engel olması gerekirdi. Bu günahı ömrü boyunca taşıyacaktı. 


Muhtar, “Doğru, üç harfliler,” diye düzeltti. “Ailelere bir danışmam gerekir. Bu durumda verilmesi gereken ceza belli ama bir ihtimal tövbe etmesi karşılığında bağışlanabilir. Köyde duyulmazsa hallederiz.” 


Ali kısa bir anlığına ablasına bakınca aynı şeyi düşündüklerini anladı. “Ya duyulursa?” 


“Elimden bir şey gelmez o zaman.” 


Zehra kardeşine kalkması için işaret verdikten sonra muhtara döndü. “Ne kadar teşekkür etsek az. Size gelmekle doğru şeyi yapmışız.” 


Muhtar onları uğurladıktan sonra arkalarından uzun uzun baktı. 


İşledikleri günahla yüzleşip tövbe etmek yerine soluğu babaannelerinin kapısında aldılar. Olan biteni anlatınca zaten gelinden haz etmeyen yaşlı kadın kıyameti kopartmıştı. Eline bir sopa alıp eşi dostu da toplayıp evin yolunu tuttu. 


Kalabalığın bir anda büyümesi çocukları korkutmuştu. Zehra kardeşini arkasına aldı. Ellerindeki toprağa baktı. Şimdi geri adım atamazlardı.


Neler olup bittiğini görmemek için eve girmemişlerdi. Ama kalabalığın dağıldığını görünce neler olup bittiğini çok iyi anlamışlardı. Ali ablasına iyice sokuldu. Dün geceki gibi titriyordu. 


Kalabalıktan çıkan iri kıyım bir adam yanındaki arkadaşının kolundan dürttü. “Vallahi inanmak güç. Evlat acısı. Yerinde olsam… Tövbe. Uğursuz laflar etmiş olmayayım şimdi.” 


Diğer adam ise bıyık altından güldü. “Amma deliymiş bu da! Kızını ve kocasını çiçek diye ekmiş.”


Sesleri git gide uzaklaştı. Zehra ve Ali nasıl bir durumun içine düştüklerini yeni idrak ediyorlardı. Toprağa bulaşan elleri… Hayır, kandı bu. 


“Allah’ım affet!” dedi Zehra. Kardeşi ona bakınca bunu sesli dile getirdiğini fark etti. Bir daha asla bu konuda konuşmamak için sözleştiler. Gözlerle verilmiş, sessiz bir sözdü bu. Zehra kardeşinin kolundan tuttu ve kalabalığa karıştılar. 


Günahları toprağa gömüldü. Herkes olanları unuttu. 


Ancak ellerindeki leke hiç temizlenmedi.