1. Bölüm: "Düşman"


Elimde bir bıçak, ucunda benliğim, kesikler içinde bedeni, gözleri bana dikilmiş nefretle. En büyük düşmanı olmuşum kendimin.

Yaşam, ruhuma ne kadar da aykırıydı.

Ölüm, ruhumu yıkamış, kokusunu nefesime karıştırmıştı. Ömrümün üzerine bir karabasan gibi çökmüş ruhuma çukurlar kazmıştı. Gözlerime mezar taşlarını dikmiş zamanı içine almıştı. Hislerimi içine almış, hapsetmişti. Çığlıklarıma zehir olmuş sessizliği dilime hükmedici kılmıştı. Acıyı iki göğsümün ortasına damgalamış, tuzla ezmişti. Zihnime bir savaş alanı açmış kaosu kanıma akıtmıştı. Boğazıma bir el gibi sarılmış, enseme soğuk nefeslerini soluyordu.

Ben buydum. Ölümle sırt sırta vermiş ruhuma açtığı çukurlara benliğimden parçalar atarak kendimin en büyük düşmanı olmuştum.

Ben, ruhunu ölüme sunan kadındım. Yeryüzündeki en güçlü, en acımasız düşmana sahiptim.

Gözlerim yeryüzünü döven su damlalarına odaklanmıştı, yaptığım tek şey zihnime düşen görüntüyü kaşlarımı çatarak izlemek ve kelimelerin zihnimdeki sesini dinlemekti.


Yağmur, masumluğunu kaldırım taşlarına siyah lekeler bırakırken kaybediyor, çığlığı yeryüzüne dağılıyordu. Rüzgâr, son bir çare esiyor, yağmur damlalarının yere düşmesini engellemek istiyordu. Yağmur damlaları yere düşmeye devam ediyor, başarısızlığa uğrayan rüzgâr hırçınlaştıkça hırçınlaşıyordu. Yağmur damlaları yere daha sert, daha hızlı çarpıyordu. Rüzgâr yağmurun ruhunun bir parçasıydı. Yağmuru kurtarmak isteyip de amansızca karanlığa iten rüzgâr bu noktada yağmurun benliğini terk ediyordu. Yağmur, ruhunun parçalarını bir amaç uğruna kaybediyordu, yavaş yavaş, acı acı. Ve yağmur durdu, ardında sokakları pisliğinden arındıran birikintilerini bırakmış, fedakarlığının, kaybının, savaşının, zaferinin dinginliğini yeryüzüne ruhunun bir parçasını bırakarak bahşetmişti. Rüzgâr, yüzümü yalıyordu.

Huzursuz bir şekilde balkonu terk edip odama geçerken her yerimin ağrıdığını hissetmiştim. Yavaşça yatağa uzandım, yaralarım sızlıyordu. Gözlerimi kapattım ve kendimi zihnime bir kazık gibi saplanmış, her gün biraz daha zihnimin derinliklerine doğru yaşlı bir ağacın köklerinin toprağa salınması gibi zihnime köklerini salan bir rüyanın tekrarına ittim kendimi.

Zihnimi aşama aşama işgali altına almış bir rüya, gerçekleri yüzüme işkence gören bir kölenin sırtına vurulan kamçının acımasızlığı, gaddarlığı ve yakıcılığıyla vuran bir rüya, ruhumun kanayan bir parçasının gözlerimin önüne serildiği soyut bir sahne.

Bu rüya, benim çürümüş küçük bir parçamın acısı, isyanı ve haykırışıydı.

Sessizliğinin yanında ruhumun derinliklerine doğru gönderdiği ölümcül zehir, sinsi ve istikrarlıydı.

Bu rüya, benim ruhuma vurulmuş pençe izlerinden sadece bir tanesiydi. 

Etraf karanlık ve hava kesici bir şekilde soğuktu. Tenimi ısıran soğuğa rağmen bir saniye dahi duraksamıyordum. Geceyi biraz olsun aydınlatan ay ışığı görüşüme yardımcı oluyordu. Dar ve sonu görünmeyen karanlık bir sokakta zihnime çullanmış soru işaretleriyle yürüyordum. Kafamın içinde birikmiş her bir sorunun sesini duyabiliyordum, hepsi farklı tonlarda ancak aynı kişiye ait gibiydiler.

Soluduğum kan kokusunu ciğerlerime her bir çekişimde zihnimde bir şeyler yerinden oynuyor ardında bıraktığı tek şey ise göğsümü dağlayan keskin bir sancı oluyordu.

Gözlerim etrafı tarıyor gördüklerim zihnime kazınıyordu. Zihnimde tekrar tekrar sahne alan görüntüler beni dehşete düşürmüyor, sakin ve seri adımlarla yürümeme engel olmuyordu.

Ruhumu sarmalayan his, kararlılıktan başka bir şey değildi, sadece kararlılığımı hissedebiliyor öylece yürüyordum.

Etrafa saçılmış her bir bedenin gözü bana dikilmişti. Her birinin gözündeki nefreti, acıyı, özlemi, ihaneti, öfkeyi, sevgiyi, ihaneti ve intikamı hissedebiliyordum. Gözler öyle tanıdık geliyorlardı ki içimden geçen ürpertiye engel olamadım.

Hissettiklerim bir vadiye birikir gibi sırtımda biriktiler, acının kör yangını tüm bedenimi sarmalarken omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla omuzlarım çökse de yürümeyi bırakmadım. 

Yerde ölü bir beden gibi savruk yatan bedenler, içimde hissettiğim tüm o derin boşlukları sızlatıyor ve ateşe veriyordu. 

Yanımdan bir gölge gibi süzülüp geçen karartının dudaklarından dökülen fısıltı cayır cayır yanan bedenimdeki bütün kanın damarlarımda donmasına yetmişti.

"Kokuyu alabiliyor musun? Kan kokusu, senin kanın."

Sesi ruhuma ulaşmış ve bir ürperti olmuştu, ruhumdan geçen ayak izlerini hissetmiş ellerimi birer yumruk haline getirmiştim. İnatla çenemi kaldırıp dik bir şekilde yürümeye devam ederken adımlarım ağırlaşmış, bacaklarımı zorla kaldırır hâle gelmiştim. Hemen arkamda çatırdayan ayak seslerini duyabiliyordum. 

Attığım her bir adım beni amacıma yaklaştırıyormuş gibi hissediyor acı ve inatçı bir kararlılıkla yürüyordum. Ayaklarım çakılla karışmış toprağa bastığında sokaklar silikleşti, önüme uzanan uçurum hariç her yer ağaçla bezendi, soluk soluğa etrafımda dönerken kaşlarım çatılmıştı. Hava kış soğuna bürünürken içimdeki alev harlandı, hissetiklerim bir beden oldu ve kanamaya başladı, içimdeki boşluğu dolduran zehir ölümcüldü ve ben zehirleniyordum. Kanlı canlı ayakta dururken içimdeki zehri hissedebiliyor beni sürüklediği yıkımı görebiliyordum. 

Uçurumun kenarında bekleyen küçük kız çocuğunu buldu gözlerim, yüzü yerde, gözlerinin doluluğunu gözlerimde hissedebiliyorum, acının istila ettiği o canlı gözleri hissedebiliyorum, küçük kız acı çekiyor, yüzünde uzun, ince parmak izleri, küçük bedeninde kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kalbinde bir darbe, küçük kızın gözlerinden akan yaşların ıslaklığını ruhumda hissedebiliyorum. 

Küçük kız başını kaldırıyor ve gözlerime bakıyor, acıyla geriliyorum bir adım, karşımda altıncı yaşım, annesini kaybetmiş, acıyı körpe ruhunun her bir hücresinde ağırlayan yaşım, babasından ilk tokadını yemiş, sessizce yatağının ucunda ağlayan yaşım. 

Boğazımda biriken çığlık beraberinde gelecek olan çığlıklıklara set oluştururken acıyla inledim, küçük kız bana doğru bir adım attı, gözlerindeki acı bana uzanmış içimde taht kurmaya başlamıştı. 

"Çek gözlerini üzerimden!" diye bağırırken küçük kız ellerini yüzüne kapatıp hıçkırmıştı.

"Annem nerede?" derken hissettiği çaresizlik bedenindeki tüm enerjiyi emiyordu sanki. Sorusunu defalarca tekrarlarken hissettiği çaresizliği bana da yüklüyor, içimdeki ateşe katıyordu. Saçlarımı çekiştirip çığlık atmak isterken sadece kulaklarımı tıkıyordum. 

Bir kez daha aynı soruyu sorduğunda dayanamaz hâle gelmiş ve çığlık çığlığa bağırmıştım.

"O, yok!," dedim acımasızca. Küçük bedeni sarsılmaya başlarken küçük suratını hafifçe kaldırıp gözyaşlarıyla ıslanmış simasını gösterdi bana.

"Annem nerede?" diye sordu korkuyla.

"O, gitti," derken delici bakışlarımı yüzüne dikmişti.

"Annem nerede?" dedi sarsılarak. Küçük vücudu acıyla kasılıyor, ardından titriyordu.

"O, öldü," derken gözümden bir damla yaş süzülmüş toprağa karışmıştı. Gözlerine yüklenen ifadeyi ellerimle tutup almak istedim bir an, gözleri, kimsem yok benim, diye bağırıyordu sanki. Kimsesi yoktu. Yangının ortasında kalmış küçük bir kız çocuğuydu sadece.

Arkasını dönüp birkaç adım attığında uçurumun ucunda sallanıyordu. Rüzgâr elbisesini havalandırıyor, beline uzanan saçlarını hırçınca savuruyordu. Bir anda hemen arkasında buldum kendimi, küçük kız bana döndüğünde rüzgâra kulak vermiş bedenimi yalayan soğuğu hissetmiştim. Masum ve acı dolu gözlerle bana baktı altıncı yaşım, dudaklarından dökülen kelimeler ruhuma fırlatılmış birer ok gibiydi. Kelimeler miydi ruhumu delip geçen? Yoksa sırtlanmış oldukları anlamlar mıydı?

"Canım çok acıyor, bana yardım et," dediğinde kelimeleri beni yerden yere vurmuş, içimi kör bir his kaplamıştı.

"Sana yardım edeceğim." dedim kan donduran soğuk bir sesle. Altıncı yaşımın gözleri parlarken bile içinde barındırdıkları acıyı seçebiliyorum. 

Ellerimi omuzlarına koyduğumda umutla bakıyordu gözlerime. Çaresizce, kör bir istekle sarılmıştı sanki dudaklarımdan dökülen kelimelere.

"Canın hiç acımayacak," derken gözlerimden akan yaşları durduramıyordum. Yapacağım şeyin ağırlığıyla ezilirken gözlerimi uzun saçlarında gezdirdim. Her bir saç telinden masumluk akan altıncı yaşımın titrek nefesini hissedebiliyordum. 

Küçük bedenini uçurumdan aşağıya ittiğimde son bir çabayla bana uzanmaya çalışsa da başaramadı. Acıya bürünmüş çığlığı kulaklarıma dolarken dizlerimin üzerine çökmüş boşlukta süzülen küçük bedenini izliyordum, son gördüğüm şey havada savrulan elbisesinin içinden bakan o masum gözlerin içinde beliren güvensizlik, acı, öfke, ihanet ve soğukluğun getirdiği yıkımdı. Bedeninin yere çarpışı her yerde yankı bulurken ellerim buz kesmişti. Ruhumun üşüdüğünü hissedebiliyorken tutulduğum amansız ateşi de hissedebiliyordum. 

İçimde tarifi olmayan bir boşluğa atlarken zehrin içinde yüzeceğimi biliyordum. Altıncı yaşımı acımasızca uçurumdan iterken hissettiğim soğukluğun yerini bir cehennem vadisi almıştı. Canlı canlı atladığım bu zehirli cehennem vadisi bana saf acıyı bahşederken bütün bedenim sarsılmıştı. Ruhumun küçük bir parçası çürümüşse de akıttığı kanı üzerime biriktiriyordu. Kan, dinmek bilmiyordu. Acı, dinmek bilmiyordu.

Etrafa bir sis gibi çöken küçük fısıltıyla ellerim kulaklarıma kapandı.

"Çok acıyor." diyordu altıncı yaşım gözlerini hiçliğe yumarken. 

Tüm acıyı her bir hücremde eşsiz bir biçimde tadarken boğazımdan bir çığlık yükseldi, set oluşturan ilk çığlığım peşindekileri beslemiş, bana ihanet etmişti. Acı, ormanda yankı bulurken kalbim yerinden sökülüyordu. Masumluğum, ormanın zehirli havasına karışıyor bedenimi sonsuza dek terk ediyordu. Altıncı yaşımdan yoksun kalmış ruhum bir daha nefes almak istemezmiş gibi kendini ateşe vermiş, zihnime bir savaş açmıştı.

Zihnim, savaş alanıydı, ruhum, savaş alanıydı. Ruhum, acımasız savaşçılarla dolu bir ordu olmuş, zihnimi talan ediyordu. İhanete uğrayan altıncı yaşım arkasında zihnimden intikam alacak savaşçı bir ruh bırakmıştı. 

Ayağa kalkmaya çalışırken bedenimin kontrolünü elime almaya çalışıyordum. Tamamen doğrulduğumda gözlerim etrafta gezindi bir süre, etraf silikleşmeye başlarken zemin bir anda yok oldu, düşüyordum. Saçlarım yüzümü çevrelemiş, bedenim havada süzülmeye başlamıştı. Çığlık atmıyordum, gözlerim usulca kapanırken ruhuma açtığım savaşın bedelini ödemeye hazırdım.

Hissettiğim sert bir çarpma hissiyle yerimden sıçrarken bedenim su içindeydi. Elimle ensemi ovarken zonklayan şakaklarım yüzümü buruşturmama yetmişti. Göğsümün ortasındaki yangın yerli yerinde duruyor neyin içine girdiğimi bana her saniye hatırlatıyordu. 

Soğuk ter döken ellerime baktım bir süre, altıncı yaşımın silüeti belirdi ellerimde. Gözlerimi kapıya çevirirken boğazımı sıkan eli yok saymaya çalışıyordum.

Örtüyü üzerimden atıp sendeleyerek lavaboya ulaştığımda gözlerim karşımdaki yansımaya takıldı. Göz bebeklerimde bir uçurum, altıncı yaşım düşüyor, gözleri acıyla yıkanıyor, ihanet gözlerinden akıyor ve o ölüyordu. Ruhumun altıncı yaşının tattığı ölüm tüm ruhuma sessizliği bahşederken dilime tırmanan bütün kelimeleri ölen küçük parçamın bedenine gömmüştüm. Sessizlik, dilimde hüküm süren en gürültülü eylemdi.

Yüzümü soğuk suyla iyice yıkarken karnımdaki sancıyı görmezden geliyordum. Ellerim lavabonun beyaz taşının rengine bürünmüş, adeta ölü bir bedenin parçasıyım, diyordu. Halsizleşen bedenimi yatağa bırakırken gözlerim çoktan kapanmıştı. Ruhumdaki o çukuru kendi ellerimle kazmış içine dökülen zehre ben neden olmuştum. Şimdi, bana düşen kazdığım o çukurun dibinde bekleyerek üzerime akan zehrin içinde yaşayabilmeyi öğrenmekti. 

Kapı şiddetle açılırken yatağımdan sıçramam gecikmemişti. Koluma yapışan demir parmaklar öyle alışageldiğim bir şeydi ki fiziksel bir tepki vermeme zihnim müsaade etmemişti. Sırtım dolaba çarpıldığında yaralarımın haykırışını duyabilmiştim. Hissettiğim acıya rağmen ağzımdan tek kelime dökülmezken bir sonraki darbe gecikmedi, saçlarımın köküne sarılan el çenemi havaya kaldırdığında nefrete bulanan gözlerini görmem gecikmemişti. Dişlerimi birbirine kenetlerken ellerimin kanı çekilmiş titremeye başlamışlardı. Yeni bir darbe için fazlasıyla yorgundum.

“Benden korkmuyor musun?" derken sesinden akan nefreti, tehditi ve meydan okumayı görebiliyordum. Gözlerimi ifadesiz tutarken aşağılarcasına baktım ona.

"Korkmuyorum,” dedim. Ne olacağı umurumda değildi, ondan korkmuyordum.

Gözleri kararırken olacakları tahmin edebiliyordum. Çeneme yediğim darbeyle başım savrulurken bedenim iki büklüm olmuştu, ses duvarlara çarpıp zihnime döndüğünde kalbim ritmini benden sakınmıştı. Doğrulmama izin vermeden sırtıma inen dirsekle yere kapaklanmıştım. Saçlarımdan tekrar kavrayıp yüzüme bir darbe daha indirdiğinde gözlerim kararmış, kulaklarıma bir çınlama nüksetmişti. Boşluğuma yediğim tekmeyle boğazımdan bir hırıltı dökülmüştü. Ağzımda hissettiğim metalik tat kaşlarımın çatılmasına sebep olurken art arda boşluğuma geçirilen tekmeler karşısında yuvarlak bir top hâline gelmiştim. Bedenim acıyla sarsılıyor içimde fokurdayan hislerim ruhumun duvarlarına sıçrıyordu. Ruhumun her bir köşesi alev alırken ateşi hissedebiliyordum. 

"Bana karşı gelmek hoşuna gidiyor değil mi?"

Tekmelerini durdurmuş, zehrini saçmaya başlamıştı. Ellerimin üzerinde doğrulmaya çalışırken ayağıyla beni tekrar itmiş yaralarımın üzerine tuz olmuştu.

"Otur!"

Kükremesiyle bedenim gerilmiş, biraz sonra olacaklar için kendini hazırlamaya başlamıştı. Sırtımı ona dönerek oturduğumda titrememeye çalışıyor, tırnaklarımı dizime geçiriyordum.

İnce metallerin birbirine çarpış sesi zihnime bir bomba gibi düşüp patladığında gözlerimi sıkıca kapatmış, yakıcılığı bekliyordum. Boğazımdan dökülen hırıltıya engel olamazken pantolon kumaşından çıkan ince hışırtı kaynar bir su gibi başımdan aşağı dökülüyordu. 

Başımı aşağıya eğerken bedenim taş kesilmişti. Ne bedenen ne de ruhen hissedeceğim acının bir sınırı yoktu.

Sırtımda şaklayan kemer irkilmeme neden olsa da dudaklarımı dişleyip bağırmamak için kendimi sıktım. Sırtımdan akan bir kor varmış gibi hissederken bir diğeri ona eşlik etti. Yanıyordum, zihnimde cinayetim, bedenimde acıdan öte sızılar, sadece nefes alan bir ceset, yaşamdan yoksun, ölümden yoksun, acıya bulanmış, arafta terk edilmiş on dokuzunda bir ceset. Ruhuma kazılmış onlarca mezar, hepsi bana ait, hepsinin katili benim.

Bütün vücudum titrerken yerden destek alıyor sırtıma inen darbelerin bitmesini bekliyordum. Varlığıma dair her bir hücrem karşı gelmemi haykırıyor, burada itaat eden bir köle gibi oturmama lanet okuyorlardı, her biri bana teker teker düşman oluyor ve ruhumun zihnime açtığı savaşta benim kaşıma geçiyorlardı. Bütün hislerim bilenmiş, bana meydan okuyorlardı. 

"Senin bir değerin yok, anlıyor musun?"

Sesi kulaklarıma bir çınlama gibi dağılırken bedenim titremeye devam ediyordu. Sessizliğin hüküm sürdüğü dilimde baş kaldıran kelimelerimi dilimi ısırarak yok ediyordum. Acı, sarsılan duvarlarımın önüne geçmiş, sabrıma kalkan olmuştu.

Sırtım ateş almış gibi yanıp zonklarken işkence bitmişti. Kapının çarpma sesini duyduğumda gözlerimden süzülen yaşlara engel olmadım. Ayak parmaklarım dahi titriyorken buna engel olamıyordum. Boğazımdan dökülen inlemeyle kendimi yere bırakmış derin nefesler almaya çalışıyordum. Ellerimin üzerinde tekrar doğrulurken nefesim genzime kaçıyor öksürmeye başlıyordum. Gücümün son zerrelerini zorlarken gözlerimi sıkıca yumup yatağımın ucuna oturmayı başarmıştım. Önceki çürüklerim henüz hafiflememişken üstlerine inen yeni darbeler ateşe verilmişim gibi hissettiriyordu. Gözlerimi duvara diktiğimde gözlerimi bulayan ateşi hissedebiliyordum. Çarşafları avucumda sıkarken dişlerim birbirine kenetlenmiş titreyen vücudum kasılmıştı. 

Bir gün, yaptığı her şey için deli gibi pişman olmasını diledim. Pişmanlık havuzunda en dibe çökmesini, ışığı görebildiği hâlde dipte bir kafeste zincirlere vurulmasını istiyordum.

Üzerimdeki tişörtü güç bela çıkarıp bir süre öylece bekledim, bedenim ürperiyor nefes alış verişlerim kesikleşiyordu. Ciğerlerime dolan hava beni rahatlatacağı yerde boğuyor, gözlerimin dolmasına neden oluyordu.

Acının bir sonu vardı, sonunu düşünemeyecek kadar acı çekiyordum.

Duvarlardan destek alarak banyoya ulaştığımda ayakta duramaz hâle gelmiş, kendimi duşakabinin içine bırakmıştım. Soğuk su bedenime ulaştığında sessiz bir çığlık banyonun duvarlarında yankı bulmuş, kısa süre içerisinde yok olmuştu. 

Soğuk suyun altında geçirdiğim zaman suyla birleşmiş acıya bulanmış saniyelerimle birlikte akıp gitmişlerdi.

Islak pantolonumu bacaklarımdan sıyırırken gerilen sırtım isyan çığlıklarına boğulmuştu. Dolaptan çıkardığım iç çamaşırlarını üzerime geçirirken zihnim önüme seçenekler yığıyor, boğazıma bir el misali yapışıyordu. Pantolonumu ve ince tişörtümü üzerime geçirdiğimde gözüm aynadaki aksime takılmış, yüzüm buruşmuştu. Bana dair her şey bir enkaz haline gelmişken beni tanımlayan tek kelime kaostu.

Gözlerim kararlılık hissini kendine yurt edinirken zihnimden kopup dilime düşenlere engel olmamıştım. 

"Bitti.” diye fısıldadım aynadaki aksime. "Gidiyorum." 

Küçük spor çantama önemli gördüğüm birkaç şeyi sıkıştırıp odamdan çıkarken hiçbir şey umurumda değildi. Beni burada tutan tek bir şey yokken bu zamana kadar neyi beklediğimi dahi bilmiyordum. 

Sokak kapısını arkamdan kapatırken ellerimden soğuk terler boşalıyordu. Telefonumu çıkartıp arayabileceğim tek kişiyi ararken parmaklarım aceleciydi.

Telefonu kulağıma yaslayıp atabileceğim en hızlı adımları atıyor, sabırla bekliyordum. Arama cevaplandığında sokağın köşesini dönmüştüm.

"Kenan amca?" 

"Efendim kızım?" sesi yorgun ancak ilgiliydi.

"Müsait misin? Seninle konuşmam gerekiyor."

"Evdeyim, gel bakalım."

Ne konuşacağımızı bilen bir edayla dökülmüştü ağzından kelimeler.

Telefonu parçalarına ayırıp yolun kenarına atarken koşmaya başlamıştım. Sokakları hızlı denebilecek bir şekilde geçiyor, kurtuluş soluklarımın ciğerlerimi yakmasına izin veriyordum.

Karşımdaki evin kapısına ulaştığımda aceleci bir tavırla zile basarken gözlerim yolda geziniyordu.

"Bu kadar çabuk mu?"

Sesini duyduğumda vakit kaybetmeden içeri girmiş konuşmaya başlamıştım.

"Haklıydın, buradan gitmeliyim." Yüzüne yayılan gülümseme gözlerine ulaşmıştı.

"Emin misin?" diye sorarken bunu öylesine sorduğunu fazlasıyla belli etmişti.

"Eminim." 

"Kanepeye uzan, sırtına buz koyalım." dediğinde onu ikiletmemiştim. 

Kanepeye uzandığımda aklımdan birçok şey geçiyordu. Çok geçmeden buzları getirdiğinde hızlı davranıyordu. Buzları sırtıma yerleştirirken dişlerimi sıkmış, gözlerimi yummuştum. Tekrar başka bir odaya gittiğinde kanepede uzanmış, öylece bekliyordum. Gözlerim alçak sehpaya dikilmiş acı acı yanmaya başlamışlardı.


Acı, her yerdeydi. Acı, tüm varlığımda kol geziyordu. Sert bir yutkunuşla gözyaşlarıma bir bariyer kurmuştum, yutkunuşum tam kursağıma oturmuştu. Dudaklarımı aralayıp sıcak nefesimi dışarıya bıraktığımda koltuğun minderini kavradığımı yeni fark etmiştim. 

"Buradaki okulunun İstanbul şubesinde devam edeceksin, ben o kısmı yarın halledeceğim. Onun dışında burada katıldığın spor dallarına orada da devam edebilirsin ancak takımlar muhtemelen kurulu olduğu için senin için biraz zor olacak."

Bir süre durdu ve göz ucuyla bana bakıp elindeki kutuyu bana uzattı. Kutuyu masanın üzerinde bana doğru sürdü ve devam etti.

"Kutunun içinde ev anahtarın, yeni bir telefon, banka kartın ve birkaç adres var. Sıkışırsan yanlarına gidebileceğin insanlar." Soluk almadan sıraladığı cümleler ilgimi çekmiyordu.

"Orada da elbette sorunların olacaktır ama üstesinden gelebileceğini biliyorum, kartına düzenli olarak para yatacak. Başını olabildiğince az belaya sok."

Gözlerimin içine bakarken hareketsizce yatmaya devam ediyordum.

"Ev ve para kime ait?"

"Annene ait, tamamen ikiniz için ayrılmış hâlâ işlevi süren mekanlar ve şirketler var." 

"Onun bunlardan haberi yok mu?"

"Sizin için olduklarını biliyor ancak hepsinden haberi yok, öğrenmek gibi bir girişimi de yok. İhtiyacı olmadığını biliyorsun."

"Peşimden gelir mi?" derken sesim cılız çıkmıştı.

"Bunun için önlemler alacağım."

Sakince doğrulurken yüzümü sabit tutmaya çalışıyordum. Kaşlarım istemsizce iyice çatılmış, dudaklarım aralanmıştı.

"Ne zaman gideceğim?" 

"Hemen yola çıkacaksın, biletini hallediyorum hemen," derken telefonunu eline almıştı. Zihnim Ozan'ın gülümseyen gözlerini sahneye aldığında göğsümdeki ağırlığın üstüne koca bir ağırlık daha indi. 

"Ozan ne olacak?" diye fısıldadım yüzüne bakmadan.

"Onun için bir sorun olmayacağını biliyorsun, belli bir zaman sonra o da yanına gelecek ve o zamana kadar onunla ben ilgileneceğim."

Cevabı net ve pürüzsüzdü.

"Onunla konuşmalıydım." 

"Telefondan görüşeceksiniz."

"Benden nefret edecek." dedim soğuk sesimle. Benden nefret edecekti. 

"Senden asla nefret etmeyeceğini biliyorsun Aden, o sana bağlı ve seni fazlasıyla seven bir çocuk, seni anlayacaktır."

Sesi teselli kokmaya başlamıştı son cümlesinde. Teselli, ruha vurulan bir kamçı, acınası hâlini yüzüne vuran acımasız bir eylemdi. Ağzından dökülen beden hariç başka kimseye huzur vermez, vicdanını rahatlatmaz ve acısını dindirmezdi. Teselli, halden anlamayan arsız kelimelerden ibaretti. Acıtırdı, hor görürdü, güzel olan hiçbir yanı olmazdı, kandırmaya çalışırdı.


Tepki vermeden yüzüne bakarken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu, kısa bir an telefonuna göz atıp gözlerini tekrar bana çevirdiğinde dudağının kenarı hafifçe kıvrılmıştı. 

"Bir buçuk saat sonrasına bir otobüs bileti ayarladım, orada seni Talha karşılayacaktır, Nazan teyzende kalmanı istiyorum birkaç gün, her şey tamamlanmış olur bu zaman içerisinde."

Bir şey söylemeden başımı sallayarak onayladım onu. İçimde biraz olsun heyecan dahi yoktu, bir süre sessizce ruhumu dinledim, ne bir kıpırtı vardı ne de farklı bir tını...

Bu saatten sonra bir şeyler yoluna girecek olsa da ben tat alabilecek miydim? Sanmıyordum. Ruhumu tırnaklarımla bizzat kendim kazmış ve benliğime dair ne varsa diri diri gömmüştüm, bunu kendime yapabilmişken bir şeylere kapılmam imkansızdı. 

Yavaşça doğrulup başımı ellerimin arasına sıkıştırdım. Kafamın içindeki ses susmak bilmiyor, şiddetlendikçe şiddetleniyordu.

"Her şey yoluna girecek Aden."

O kadar emin söylemişti ki kelimeleri neredeyse buna inanacaktım. Yürüdüğüm yol acıdan inşa edilmişti ve ben bir labirentteydim, çıkışı olmayan, her bir sokağı kaosla beslenen bir labirent. 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes almaya çalıştım, ciğerlerim yanmıştı. 

"Nazan teyze rahatsız olmayacak mı? Sonuçta buradan kaçıyorum ve beni istemeyebilir doğal olarak."

Gözlerim hala kapalıydı.

"Onu tanımıyormuş gibi konuşma Aden, senin için yapmayacağı şey yok." 

Sakince gözlerimi açıp ona baktım, kaşları çatılmış yüzümü izliyordu. 

"Gitsem iyi olacak," deyip ayaklandığımda dişlerimi sıktım, buz biraz olsun acımı dindirmişse de acısı hâlâ belirgindi.

Elleri yavaşça kollarımın yanlarına tutundu.

"Her şeye rağmen bugüne kadar gelebildin, sana bundan sonra daha kolay olacak diyemem ama pes etmeyeceğini biliyorum. Her şeye rağmen kabul etmediğin bir yaşam hevesin var. Güzel günlerin olacak Aden, senin gibi bir öğrencim daha olmayacak."

Yorgun gözlerindeki hüzün fazlasıyla belirginleşmiş, gözyaşlarıyla parlamıştı.

"Benden çok daha iyi öğrencilerin olacak," deyip yarım ağız bir gülümseme verdim ona.

Kolları etrafımı sarıp elleri saçlarımı okşadığında kollarım beline tutunmuş, başım göğsüne düşmüştü.

"Kızımdan farksız olduğunu düşünme hiçbir zaman."

"Benimle veda eder gibi konuşma, bu bir vedaysa bile veda etmek istemiyorum." Sesim huysuz ve inatçıydı.

"Veda değil," deyip bir adım geri çekildi, yüzündeki gülümseme hüznü gerisinde bırakamamıştı.

"O hâlde gidiyorum," deyip masanın üzerindeki kutuyu elime aldım.

"Orada bir araba ayarlayacağım sana, telefonunu daima açık tut."

"Teşekkür ederim Kenan amca, her şey için."

Gözlerime gülümseyerek son bir kez daha baktı ve ellerini beline çıkardı. Arkamı ona dönüp yürümeye başladığımda sokak kapısına varmam gecikmemişti. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda Kenan amca hemen arkamdaydı. Kapıda bekleyen taksiye doğru yürürken acelem yoktu.

Taksinin kapısını açıp Kenan amcaya son kez baktım, elimi kaldırıp başımı hafifçe eğdiğimde gülümsemeye çalışıyordum. Onu özleyeceğimi biliyordum. Yolcu koltuğuna yerleşip kapımı kapattığımda Kenan amca da elini kaldırmıştı. Araba hareket etmeye başladığında sırtımı geriye yaslamamaya özen gösteriyordum. 

Beni buraya bağlayan bir şey olmamasına rağmen, buraya ait hissetmeme rağmen, buradan gidecek olmam tuhaf hissettiriyordu.

Veda edebileceğim ne bir arkadaşım vardı ne de yakınım. Sahip olduğum sadece iki insan vardı: Kenan amca ve Ozan. 

Bıkkınlıkla nefesimi dışarı bıraktım, şimdi de zihnimi Ozan istila etmeye başlamıştı. Bana bakarken asla değişmeyen, sevgiyle gülen gözleri burnumun sızlamasına yetmişti, onu geride bırakmak istememe rağmen yapacağım en ufak bir şey dahi yoktu. Ozan'ı seviyordu, onu peşimden sürüklemem hem sonum olur hem de Ozan için her şeyi beter bir hâle getirmiş olurdum. 

Gözlerim akıp giden caddelere dikilmişti. Göğsümdeki ağırlık beni bir an olsun yalnız bırakmıyor, üstüme sindikçe siniyordu. 

Aradan ne kadar zaman geçtiğine dair bir fikrim yoktu ancak taksi durduğunda gözlerimi camdan ayırmak zorunda kalmıştım. Cebimdeki parayı şoföre uzatıp taksiden indiğimde kutuyu kolumun altına sıkıştırmıştım.

Attığım adımlar birer balyoz kadar ağırlaşırken dişlerim birbirine kenetlenmişti. Terminalin içine girdiğimde derin bir nefes aldım. Otobüslere doğru ilerlerken tedirgindim, sanki bir yerden babam çıkacak ve her şey başa dönecekti. Her şey daha beter hâle gelecek ve ben buradan gidemeyecektim. Etrafıma dikkatlice bakındım, babama dair tek bir iz bile yoktu.


İstanbul otobüsünün önüne geldiğimde hızlı adımlarla kapısına ilerlemiş ve çok geçmeden içine binmiştim. Koltuğuma doğru ilerlerken ellerimden soğuk ter atıyordum. Yerime oturduğumda vakit kaybetmeden kutunun içerisindeki telefonu açıp cebime sıkıştırmıştım.

Omuzlarım yorgunluktan düştüğünde göz kapaklarım yarı yarıya devrilmişlerdi. Başımı soğuk cama yasladığımda sırtıma koyduğum buzun etkisi geçmeye başlamıştı. Her yerim sızlıyor ve yanıyordu. Eziklerim isyan bayraklarını çoktan çekmişti. Yine de gözlerimi tamamen kapatıp karanlığa gömüldüğümde kabussuz bir uyku uyumayı diliyordum. Kendi ellerimle işlediğim bir cinayeti daha görmek istemiyordum.

Otobüs hareket ederken kendimi uykunun derinliğine bırakmıştım. Bir uçurumdan düşer gibi düşerken acımasız bir rüyaya daha esir olacağımı biliyordum.