Bugün, karşı komşumuz Kıbrıs gazisi Macit Bey’in evi de un gibi ufalanıp kamyonlara doldurulduktan sonra yalnız kaldım ruhsuz duvarların arasında. Macit Bey, iki ay önce  rahmetli olunca gün doğdu mirasçılarına. Adamın kırkı çıkar çıkmaz birkaç senede emek ve alın teri ile ayaklanan güzelim dostumu üç saatte acımasızca yüklediler kamyonlara. Diğerlerine yaptıkları gibi onun  yerine de bir ucube dikeceklerini öğrendim Saim Bey’den. Etrafını kapattıkları boş arsanın girişine bir ilan bile asmıştı emlakçı.


Sarı canavar, çelik yumruklarını komşumun tepesine indirdikçe yaprak gibi titredim. Pencerelerim, vita tenekelerindeki çiçekler, tavandaki anten, tel dolaptaki tabaklar, tüplü televizyon, Saim Bey’in yıllardır sakladığı şarap şişeleri, tozlanmış kitaplık, sepetteki bardaklar da eşlik ettiler titremelerime. 


Etrafımı saran ruhsuz beton yığınları dünyayı dar ediyorlar bana. Ne sabah ne de öğlen vakti gün yüzü göstermiyorlar bana. Kireç badanalı duvarlarım bitap düştü ağlamaktan. “Rutubet çürütmüş duvarları.” dedi sigara içmekten sakalı sararmış boyacı. Çıkardığı masraf çok geldi Saim Bey’e. Kovar gibi geri gönderdi evden. Ben hâlimden memnundum, Saim Bey de çok istekli değildi zaten badana için. Yıkmayın da badananız eksik kalsın demek geçti içimden. 

Diyemedim.

  

Kapkara cam duvarlarla kaplı ‘ucubeler’ çürüttü bedenimi. Saim Bey’den öğrendim ucube demeyi. Pencereden ne zaman başını çıkarsa sinkaflı küfürler savurup duruyor. Öyle tafraları, çalımları var ki bu ucubelerin, ruhum eziliyor kibirli bakışlarının altında. Hafiften esen bir yeli çok görüyor, nefes bile aldırmıyorlar. Kiremitlerim her geçen yıl karardı gölgelerinde, her yaz tavanımda misafir ettiğim leylekler de uğramaz oldu kaç zamandır. Etrafımda oynayan tek bir çocuk kalmadı artık. Cıvıltılı sokağım terk edilmiş bir patikaya dönmüştü.


Oturdukları ucubelerden beni görenlerin yüzlerini buruşturduklarını hissedebiliyorum. Birkaç kez dilekçe vermişlerdi de belediyenin bilmem hangi renk masasından memurlar gelmişti kapıma. Çöp ev sanıyorlarmış. Yabani otlar sardı duvar diplerimi. Saim Bey de iyiden iyiye elini eteğini çekti üzerimden. Bırakın otları temizlemeyi etek tıraşını yapacak hâli yok adamcağızın. Evlattan yana yüzü hiç gülmedi garibin. Bırakın yardım etmeyi, kalan ömrünü de zehir ettiler zavallıya. Hayırsız oğlu ile koca delisi kızı beni yıktırıp hatıralarımızın üzerine o ucubelerden birini dikmek için didinip duruyorlar. Her seferinde “Yıktıralım gitsin şurayı baba. Bir müteahhit var evliya gibi adam, iki daire karşılığında dikiverecek binayı. Böylesi bir fırsat bir defa gelir insana. Hızır böyle yetişemez insana. İnat etme. Sen yorulma gidelim notere, ver vekaletnameni gerisini bize bırak.” diyerek aşındırıp duruyorlar boyası dökülmüş kapımı. Her gün başka başka bir müteahhit getiriyorlar kapıya. Bakmayın gelen heriflerin kravatlı, belli, göbekli olduklarına. Elini kaptırsan kolunu koparırlar adamın. Allah var Saim Bey rıza gösterse bir günde tozumu bile bırakmaz bunlar. “Ben hayattayken bir çivisine bile dokundurtmam.” diyerek kovuyor gelen herkesi. 


Bu inatlaşmanın uzun sürmeyeceğini, bir gün benim sonumun da diğerlerinin sonu gibi olacağını, Saim Bey’in de en nihayetinde bir ademoğlu olduğunu, ölüm isimli soğuk gerçeğin onun da yakasına yapışacağını hiç düşünmedim. Düşünmek de istemedim. Düşünmek işime gelmedi. Korkuttu bunları düşünmek.

Son bir kaç ayda sıhhati iyice bozulan Saim Bey, bir gece ciğer parçalayan bir öksürük nöbeti ile uyandı zaten bölük pörçük olmuş uykusundan. Durumu hiç iyi görünmüyordu. Benzi küle dönmüş, göz bebekleri büyümüş, alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Can havli ile telefona uzandı ama ilk denemesi başarısız oldu. Titreyen eli, içerisine takma dişlerini koyduğu su dolu bardağa çarptı. Dişler bir tarafa bardak bir tarafa dağılıverdi. İkinci denemesinde de kesilen nefesi izin vermedi adamcağıza ancak üçüncü denemesinde ahizeyi eline alabildi. Hızlıca bir bir iki tuşlarını çevirip belli belirsiz kelimelerle açık adresi verdikten sonra kolay bulabilmeleri için “Ucubelerin ortasındaki eski eve gelin.” dedi, dişsiz ağzının izin verdiğince. Bu tarifi bende derin ve tarifsiz bir keder uyandırdı. Kibir kulelerine yalnız direnemeyeceğimin farkındaydım. Saim Bey’e bir şey olmaması için dualar etti her bir tuğlam. 

Ahizenin Saim Bey’in hareketsiz elinden  düşmesinden yaklaşık beş dakika sonra geldi ambulans. Kapıyı zorlayarak açtıklarında Saim Bey’in göğüs hareketleri iyice zayıflamıştı. İlk müdahaleyi yaptıktan sonra sedyeye koyup götürdüler kader ortağımı. Acı bir siren sesinden sonra ortalıkta derin bir sessizlik oldu.  

O sessizlik sekiz gün sürdü. Ben dört gözle Saim Bey’i beklerken hayırsız oğlu, koca delisi kızı ve iki kravatlı adam tiksinerek girdiler kapıdan. Bırakın kırkını, yedisini bile zor beklemişler adamın. Kızı, kıravatlı heriflere çaktırmadan yerdeki takma dişi ayağıyla ahşap oymalı koltuğun altına doğru iteledi. 


Birkaç hesaptan sonra anlaşmanın yazılı olduğu evrakları imzaladılar. İşlemleri bitirdikten sonra suratlarını ekşiterek kapıya çıktılar. Kravatlı heriflerden bıyıksız olanı “Madem öyle salı günü yıkımı gerçekleştiririz.” dedi. Gülüşüp ayrıldılar.

  

Salı sabahı güneş doğmadan önce acımasız bir yumrukla uyandım. Korku ve acı ile sarsıldım. Bir toz bulutu yükseldi tepemde. İçime bir serinlik doldu. Tekrar tekrar sarsıldım aynı darbelerle. Pencerelerim, vita tenekelerindeki çiçekler, tavandaki anten, tel dolaptaki tabaklar, tüplü televizyon, Saim Bey’in yıllardır sakladığı şarap şişeleri, tozlanmış kitaplık, sepetteki bardaklar da eşlik etti bana. Yediğim her darbede etrafımdaki ucubelerin kahkahaları bozuyordu sabahın sessizliğini.