Hepimiz var olduğumuzu açıklama çabasıyla hikayelerimizi anlatıyoruz. Kimi zaman hikayelerimiz kendiliğinden yazılıyor kimi zaman ise kıyıda köşede kalmış bazı hislerimizi, düşüncelerimizi kalıplara yerleştirerek bir hikayeye dönüştürüyoruz. Yaşadığımızı temsil edecek bu başkalaşmış hikayelere yüklenen anlamların, varılan yargıların tesirini kısa vadede gördüğümüzü iddia ediyor ve bu sihirli dokunuşun dinleyicilerimize aktarılmasını bekliyoruz. Belki de o yüzden çoğu zaman sıkıntısını paylaşmak isteyen birini sadece dinlemekle yetinemiyor, üzerine kendi benzer sıkıntılarımızı da paylaşarak işe yarar bir şeyler yaptığımız hissine kapılıyoruzdur. Aldım ve vermeliyim, diyerek kar-zarar hesaplarına girişiyoruz. İnsanlar kendi dünyaları hakkında, başkalaşmış hikayeleri hakkında pervasızca konuşuyor ve bunun şeffaflığından bir an bile şüphe etmeyip fark edilememenin getirebileceği eksiklik duygusundan kurtulmayı başarmaya çalışıyor. Dünyanın varlığından haberdar olmadığı ihtimalini düşünmeyi de elbette kışkışlıyor. Dolayısıyla konuşulanların bağlama, duruma uygunluğu önemli olmaksızın hayatiyet katabilmek için susmuyor.
Sanırım herkesin söyleyecek bir şeyleri var, hem de her konuda. Bu iyi bir şeymiş gibi görünse de oldukça ürkütücü. Günümüz insanları uykulu bir halde yaşıyor gibi geliyor. Değerlendirmeler, yarı bilinçli bir halde, yüzeysel olarak yapılıyor. Var olan motivasyon makul bir yere akıtılıp derine inmektense yüzeyi kaplayarak ince bir tabaka halinde kendini gösteriyor. Belki de o yüzden alabildiğine sığ sohbetlerin sıkılganlığını taşıyoruz.
İnsan, doğası gereği bilmek ister, demiştir Aristo. Ahmet Aslan da eklemiş: İnsan bilmek ister fakat öğrenmeyi bilmez, diye. Bilme ve öğrenme arzusunun arasındaki boşluk doldurulamadığından engin sularda boğuluyoruz. Merak ediyoruz ve bilmek istiyoruz fakat meşgulüz. Hiçbir şey yapmamaya ihtiyaç duyuyoruz. Nitekim günümüz koşullarında işinden eve gelen biri ekstra bir çaba sarf etmeden yalnızca almak istiyor. Çünkü bütün gün kendinden vermiştir ve artık bedeninin arzularına boyun eğecek ve mümkün olduğunca bu alışverişten uzak kalmayı yeğleyecektir. Hem Adem ile Havva’dan beri de merak duygusu insanoğlunun başını yakmış ve bazı sistemlerce köreltilmek istenmiş. Muhtemelen bu, bahsini ettiğimiz gibi büyük oranda başarılmıştır. Bunun sebebi artık bir kargaşanın içinde olmamız belki de.
Zamanımız az, telaş ve acele hakim. Aynı zamanda da artık hepimiz için konforlu bir hayat mümkün değil. Dolayısıyla da mevcut kaygılarla ilgilenildiğinden engin sularda kuma batıyor, ufku göremiyoruz. Ancak, konumlandığımız yeri ve koşullarımızı yazgımız olarak görmeyip kabullenmezsek ufukta güneşe dokunmak mümkün. Çünkü Rilke’nin de dediği gibi: "Yazgı dediğimiz şey dışarıdan gelip içimize girmemiştir, aksine içimizden çıkmıştır."