Koca bir bıçak, boğazımın tam orta yerinden âdem elmama saplanmış gibiydi. Her zamankinden farklı olarak; bu kez üzgün, yorgun, bitkin ve tedirgin oturuyorduk. Planladığım ya da kafamdan geçen hiçbir şeyi konuşacak durumda değildim, beynim mühürlenmişti o an. Bir şeyler söyleyecek oldum, gözlerim dolunca güneş gözlüğümü takıp ağzımı kapattım ve öylece durmaya devam ettik; bana göre bir yıl, gerçek zamanda iki dakikayı kapsayacak bir sürede. Karşımdaydı, beyaz dirseklerini masaya dayamış oturuyordu, son kez göreceğim hissi; bu konuşmasız, gergin, kısır zamanı yıllarca uzatma isteği yaratıyor bende. Masada kuğu gibi kıvrılmış duruşunu, üzgün bir geyiğinki gibi bakan ıslak iri gözlerini, titreyen; minik, beyaz ellerini, o anın tüm ayrıntılarını ve her saniyesini ne kadar uzatabilirsem o kadar uzatıyor, özümsüyorum. Belki inanmayacaksınız ama konuşmayı bile beceremediğim o an, zamanı bükmeyi becerdim. Ömür boyu yetecek kadar baktım ona, yıllarca baktım.
“Konuşmayacak mısın?” dedi. Sesi üzgün, ürkek ve yorgun çıkıyordu ama benim hiç konuşamadığımı göz önüne alırsak, daha iyi durumda sayılırdı. Belki de daha güçlü. Ya da aylardır birlikte oturduğumuz bu şarap sofrasında sadece ben kör kütük sarhoş olmuştum, bilmiyorum. Beyaz, biçimli elleri ağır ağır çayını karıştırdı. Çay kaşığını ürkek, zarifçe ucundan tutarak çıkardı; bardağı incitmekten korkar gibi vurmadan, yavaşça sıyırıp kenarına koydu. Düzgün ama titrek iki parmağına bir sigara takıp ağzına götürdü. Onu izliyordum, etrafındaki her şeye bebeği gibi davranan bir anne zarafeti vardı üzerinde. Yüzüme bakıyordu.
“Konuşuruz,” dedim ama –ruz kısmında, boğazımdaki bıçak sesimi kesti, gırtlağımı temizleyip etrafa bakındım. Doğa, tüm canlılığıyla ışıl ışıl parlıyordu. Parkta o an sönmüş olan tek şeyin ben olduğumu sanıyorum.
Beyaz yüzünde daha da belirginleşen simsiyah gözaltı halkaları, sıkıntılarının gözle görülebilen haliydi. O zamana dek sofrasındaki ekmeği ikiye kıran işçi sınıfı gibi, içimizdeki tüm mutluluğu bölüşmüştük ya da hiç yoktan yaratmıştık ama şimdi ise keyifsizlikler, sıkıntılarla sımsıkı kundaklanıp sarılmış gibiydik ve elimde olsa üzerimize çöken tüm bu mutsuzluğu emip absorbe ederek oradan kaçıp gitmek istiyordum.
Gözlerini devirip üzgün bir geyik gibi bana baktı. Kafası sertçe soluna döndü; ağlayacak gibi olan, başını hemen farklı bir yöne çeviriyordu. Saçları çağlayan gibi dalga dalga yuvarlak omuzlarından sırtına inmiş, rüzgarla ağır ağır hareket ediyorlardı. Siyah tulumunu giymişti. Bunu ona çok yakıştırırdım. Ama ikidir hep kötü anlarımıza denk gelmişti tulumu giymesi. Onu tanıdığımdan beri sadece iki sefer giymişti, matem elbisesiydi belki de bu onun için. Belki de her şey bu tulumdan ötürüydü, tulumun böyle bir laneti vardı. Keşke şimdi tek başına siktirip gitseydi tulum buradan, ne ben görsem, ne de o giyse bundan sonra. Hem tulum gitse, çıplak kalırdı. Çenesinden iri bir gözyaşı boynunun altına düşüp memelerine yuvarlandı. Sarılmak, dokunmak, öpmek istedim onu hiç konuşmadan. Tüm güzelliği, zarafeti ve hüznüyle karşımda duruyordu. Bugüne dek onunla aramızda yarattığımız şey; kokular saçan çiçeklerle, şarkı söyleyen kuşlarla, çılgınlar gibi koşan karacalarla dolu yemyeşil bir ormandı. Ve ormanım yanıyordu.
“Bu bi veda konuşması mı olacak?” diye sorarken, dişlerimi sıkarak gırtlağımdaki Rambo bıçağını zorla söküp çıkardım. “Evet” cevabı gelirse, gırtlağımdan çıkardığım bıçağı bıngıldağıma sokup oradan kalkıp gidecektim.
“Bilmiyorum,” dedi. Kafalarımız aynı anda, birbiriyle anlaşmış gibi ters yönlere döndü. Kendimi sıkarak gözlerimin doluşunu savuşturdum. Sarılmak istiyordum ama yapmadım.
“Hiçbir şey böyle olsun istemezdim,” dedi. Titreyen, minik çenesine baktım. Sürekli gülümseyerek gördüğüm çene ve etli dudaklar, şimdi ağlamadan cümle kurabilmek için savaş veriyordu.
“Sorumluluk bende, özür dilerim,” dedi. Sigarama uzandım, ellerim günlerce içkisinden mahrum bırakılmış bir alkoliğinkiler gibi titriyordu. Konuşmasını sürdürdü ben susarken, kafasının karışık olduğunu anlattıkça kafam karıştı. O an, o saniye, konuşmanın aldığı bu yön, tüm şehirlerimi yıkacak bir sel felaketi gibi geliyordu üzerime. Bütün yerleşim alanlarımı yıkıp geçecekti, evsiz kalacaktım. Ama bu sadece benim yıkımımdı; şehirler de bendim, insanlar da. Bazen diğer türdeşlerinin hiçbirini ilgilendirmeyen, hiçbirini etkilemeyecek bir şey olur. Sadece senin felaketindir bu. Ne sen bunun yıkım olduğuna anlattığın insanları ikna edebilirsin; ne de onlar seni telkin edebilirler. Konuştukça ormanlarım yanıyor, şehirlerim yıkılıyordu.
Bir süre o da sustu. Kafamda sürekli, bu zamana dek geçirdiğimiz her saniye, her ayrıntı yıllarca uzunluğundaki bir film gibi dönüyor. Lanet olsun ki hepsi çok güzeldi. Dolan gözlerimizle yine ayrı yönlere döndük. Kafamı çevirdiğim yönden bana doğru bir adamın yaklaştığını fark ettim. Evsiz bir adam. Gülümsüyordu fakat bu, hoşunuza gidecek türden bir gülümseme değil. Acı, utanma gibi şeyler barındıran bir gülümseme. Tam dünyam yıkılırken:
“Çok özür dilerim, bir sigaranız var mı acaba?” dedi büyük bir kibarlık ve utançla. “Bir de yanlış anlamazsanız su alacağım ama, bir liranız...” Cümleyi tamamlayamadı. Paketten iki sigara çıkardım telaşla. Masaya çaylar için koyduğumuz bozukluklardan, su alması için verdim.
“Al abi,” dedim. Sesimi kontrol etmekte yine zorlanmıştım. Mahcup, üzgün gülümsemesiyle bize baktı, ağlamaklı halimizi anlamıştı, canı sıkıldı.
“Çok özür dilerim, kusura bakmayın yani… Ben sizi rahatsız ettim,” dedi. Halini unutup bize üzülmüştü. O karşımda ezilip büzüldükçe kamburum, yüküm çeşitlenip büyüdü.
“Abi estağfurullah,” diyebildim. İki kambur, birbirimizden utanır vaziyette öylece duruyorduk.
“Benim,” dedi oturduğu ağaç altını gösterip. “Şurada kolam var isterseniz; yani yarım, bir de sıcak ama… Benim normalde sigaram da vardı ama bitti şimdi,” dedi. Teşekkür etmek ve bizi iyi etmek istiyordu çaresizce. İyi olalım istiyordu. Bir süre, tıpkı masaya ilk oturduğumuz andaki gibi, konuşamadım. Üzgün, mağrur gülümsemesiyle bir bana, bir ona bakıyordu. Hayatınızın belki en üzgün, en kırgın ve yıkık gününü geçirdiğinizi sanırken, ağladığınızı fark ettiği için size üzülen, geldiğine mahcup olan, iyi olmanız için bir şey yapmak isteyen bir evsizle karşılaştınız mı bilmiyorum ama bundan daha üzücü az şey vardır sanırım. Büyük bir depremden sağ çıkan son katım da o an çöküverdi.
“Estağfurullah, teşekkür ederim abi,” dedim. Mahcup, kambur, aceleyle uzaklaştı. Ağaç gölgesinin altındaki dünyasına geri döndü. Ona baktım; içi daha da sıkışır bir ifadeyle adamın arkasından bakıyordu. Siyah tulumunu, pürüzsüz beyaz tenini, dudaklarını, gözlerini inceledim uzun uzun. Tıpkı bir manzarayı izler gibi karşısına oturup saatlerce izlemek istiyordum. Konuşmak istemiyordum, bir şey söylesin istemiyordum. Konuşmadan hep burada otursak, ya da bir yerde uzansak olmaz mıydı?
“Çay,” dedim aniden. Sanki büyük bir buluş yapmış ya da bu kaosa çözüm yaratmışçasına bir heyecanla. “Bir çay daha içer misin?”
“Olur,” dedi. Çayı çok severdi. Bir saat bile otursak bir yerde, belki beş bardak çay içerdi. Açık istediğini biliyordum ama gene de siparişi vermek için kalkarken, “Açık olsun,” dedi arkamdan. Kırıldım biraz, bunca zamandır açık içtiğini bilmediğimi mi sanıyor? O hatırlatmasa da “biri açık” diye tembihleyecektim zaten çaycıya. Bunu değil şimdi unutmak; bundan birkaç yüzyıl sonra, onu tek başına bir yerlerde oturur halde görürsem eğer, şu masaya açık bir çay gönderin, deyip görünmeden gider koyu bir bira içerdim en yakın barda.
Çayını içerken yine art arda sigaralar tutuşturdu titrek, narin parmaklarıyla üzgün dudaklarına. Ben de yaktım. Hiç ses çıkarmadım, boş bir revolver gibi onu dinledim suskun vaziyette; hayatının “en mutlu anlarını” benle bu kısacık sürede yaşadığını anlatırken onu seyretim. Daha sonrasında “ama” ile başlayan tüm cümlelerde, anlattığı bu “en mutlu anlara” ve bana karşı yavaş yavaş duvarlar örüyordu. Tüm mutlu anlar, işkenceli anılara bir anda dönüşüveriyor, öylece üzerimize yığılıyordu. Sadece dokunduğumda bile varoluşsal sancılarımın yok olmasını sağlayacak güçteki kadını, bir anda unutmam gerektiğinden, içimde koskoca bir uzay oluşuyordu.
O da sustu. Gözyaşları artık daha seyrek olsa da, hala ara ara yanağından yuvarlanıp göğsüne çarpıyor. “Kalkalım mı,” dedi belli belirsiz. İki çay işaret ettim. Geçen hafta kumsalda onun çocuk gibi gülümseyerek yıldızları, benim de onu seyrettiğim o gece de zamanı nasıl uzatacağımı düşünmüştüm. Şimdi de onu biraz daha seyredebilmek için tek şans, çay söylemekti. Çaylarımız geldi, içtik. Manzaramı seyrettim ve kalktık. Zaman, ilk kez o gün bu kadar aleyhime işledi.
İlk defa o gün, yan yana olmaktan sıkıntı duyar vaziyette, konuşmadan yürüdük. Durağa vardık, ben binmeyecektim; tüm dünyayı yürümek istiyordum. Bir yerde durmak, oturmak değil, kendimi yorana, kafam dağılana dek yürümek istiyordum. Sarıldım, deniz gibi kokuyordu fakat yaz bitmişti. Arkamı dönüp hızla yürüdüm. Yürüsem de oradan uzaklaşamayacağımı biliyordum. Cenazeye gelmiş ünlü ciddiyetiyle gözlüklerimi takıp kızarmış gözlerimi saklamasını umdum. Çabuk, kontrolsüz, plansız ve muhteşem olan şeyleri bilirsiniz; big bang gibi. Ya da koca bir göktaşının, çarptığı yerdeki tüm yaşamı bitirmesi gibi. Olmak zorundadırlar ve ikisi de öylece oluverir, siz bunların sonucunda sadece yaşar ya da ölürsünüz.