Yaz mevsiminin son günleriydi, hava buram buram geç kalmışlık kokuyordu. Bir yandan da şehir eski düzenine dönme çabası içindeydi. Yazlık yerlerden dönülmüş, sonbaharı bekleyenler ellerine şimdiden kahvelerini almıştı.
Müjgan birden kalemi masanın üstüne bıraktı. Olmuyordu, istediği şekilde anlatamıyordu. Zamanının daraldığını düşündükçe strese kapılmıştı. Neden böyle oluyordu? Biraz daha düşündükten sonra eli her zamanki gibi çekmecesine gitti. Burada aklına gelen güzel sözleri, üzerine çalışabileceği kelimeleri, aklına gelen fikirleri yazdığı ve adına ‘kuru su’ dediği defteri vardı. Ne zaman yazma konusunda sıkışsa -yani susasa- hemen defterine göz atar ve kalemindeki sıkışıklığı çözerdi -yani kuraklığına kuraklık katardı- ancak bu sefer defterinin orada olmadığını fark etti. Emin olmak için çekmeceye daha da yaklaşarak baktı, yoktu. Ayağa kalktı odadaki diğer dolapların içine baktı, oralarda da yoktu. Hızla çantasına yöneldi, hayır burada da yoktu. Masadaki çayından bir yudum daha alarak pencereye yöneldi. Sokaktaki ıhlamur ağacının dalları pencereyi süpürüyordu. Tıpkı yazısında bahsettiği gibi şehir bir çaba içerisinde gibiydi. Yazdıklarını karşısında görünce biraz da olsa sakinleşti. “Nerede bu defter? Son zamanlarda hiç eve götürdüm mü? Sanmıyorum. Peki en son ne zaman gördüm? ” Müjganın gözleri birden irileşti. Geçen cuma günü ofisten çıkarken yolda düşünecek ve gözlem yapacak çok zamanının olacağını düşünerek defteri çantasına attığını hatırladı. Sonra vapura yetişebilmek için hızla ofisten çıkmış ancak vapura yetişememişti. Sonuç olarak elinde bolca vakit kalmıştı.
Diğer vapurun gelmesini beklerken içinde bulunduğu hengameyi izlemeye başladı. Herkes birbirinden ne kadar farklı ve aynı zamanda herkes birbirine ne kadar çok benziyordu. Yüzler farklıydı belki ama telaşlar aynıydı, evet tarzlar da birbirinden çok farklıydı ama herkes vapuru beklerken denizi izliyor ve biraz da olsa yalnızlığını aralıyor gibiydi. Yaşamak, içinde bulunduğumuz bir kelime, eylem, çabalar bütünü diye içinden bir tanım yaptı ve histerik bir şekilde gülümsedi. Sonra bir kasabadaki yaşamı düşündü. En azından insanlar daha az koşuyor, daha az strese maruz kalıyorlardır diyecekti ki insanların hayatı artık küçük kasabalarda bile metropol metropol yaşadığını hatırladı. Bu sefer daha büyük gülümsedi.
Vapura geçince az önce düşündüklerini not almak için defterini çıkarttı. O sırada yanına yaşlı bir adam oturdu. Adamın kasketi Müjgan’ın dikkatini çekmişti, Tıpkı Attila İlhan’ın kasketi gibi diye düşündü. Notlarını yazarken adamın ona baktığını hissetti. Kafasını kaldırıp küçük bir tebessümle adama selam verdi.
—Ne o, ne yazıyorsun ?
—İşimle ilgili not alıyordum.
—Ne iş yapıyorsun ki?
—Bir dergide editörlük yapıyorum.
—Yazıyorsun yani? Yazmak iş mi oldu şimdi ?
Müjgan bu son cümleye biraz sinirlenmiş gibi gözüküyordu.
—Evet, hem de fazlasıyla emek gerektiren bir iş.
Kasketli adam da genç kadını kızdırmaktan zevk almış gibi gözüküyordu.
—Emek gerektirdiğini bilirim ama ben bilfiil kırk sene yazma eylemini sürdürmüş biri olarak hiç iş olarak görmemiştim belki de görememiştim.
Müjgan şaşkınlıkla kaşlarını kaldırarak bu sefer tamamen adama döndü.
—Demek siz de yazıyorsunuz. Gazeteci misiniz ?
—Hayır, sadece yazarım.
Müjgan daha da meraklanmıştı.
—Anladım, kusura bakmayın merak ettim. Yazar derken kitap mı yazıyorsunuz yoksa köşe yazarı mısınız? Ya da acaba adınızı söyleseniz tanıyacak mıyım sizi?
—Ne önemi var? Hem ben de her yazar gibi biraz Yunus Emre’yim biraz Haşim, biraz Reşat Nuri’yim biraz Ömer Seyfettin..
—Ben.. ben ne diyeceğimi bilemedim, haklısınız. Açıkçası Attila İlhan’ın öldüğünü bilmesem o sanırdım sizi. Kasketinizden dolayı sanırım ya da bu puslu bakışlarınızdan. Vapurda karşılaşmamızdan da olabilir bilmiyorum ama tarzınıza ve tavrınıza baktığımda karşımda Attila İlhan duruyor gibi hissettim.
Müjgan hayranlıkla kafa karışıklığı arasında gidip geliyordu. Adam bunu fark etmiş olacak ki ona kendince net bir karşılık verdi.
—elimden gelen bu ben iki kişiyim
ikisi birbirinden çıkmaya uğraşıyor
bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
birisi yeni baştan serüvene başlamış
öbürü silahında son mermiyi yakıyor
—Ne güzel okudunuz. Çok etkilendim. Bu görüntünüz ve şiir birleşince.. Etkilenmemek elde değil!
Adam kasketini düzelterek genç kadına doğru döndü.
—Yaz. Yazmaktan asla vazgeçme ama onu bir iş olarak da görme. Otur masana başla anlatmaya. Kaldır başını hissetmeye başla. Dinle, senden öncesini dinle. Sus, senden sonrasını sus. Bak etrafına, dışına çık o hengamenin ve ses ol o karışık tabloya. Pişmanlığın kızgın sacında yakma kalemini, her şeye rağmen içinden bir türlü atamadığın o umudun keskin bıçağıyla yont. Yaz sonra, yavaş yavaş yaz. Yormadan ve yorulmadan.
Genç kadın ne diyeceğini bilemedi. Bildiği tek şey bu anın gerçek olamayacak kadar büyülü olmasıydı.
—Çok, çok teşekkür ederim beyefendi. Söyledikleriniz benim için çok değerli. İsminizi söylemediniz ama en azından ben size işyerimin numarasının ve adresinin yazılı olduğu şu kartı vereyim belki bir gün uğrarsınız da sizin hoş sohbetinizi yeniden dinleme fırsatım olur. Belki tecrübelerinizi aktaracağınız güzel bir röportaj da yapabiliriz, ne dersiniz?
Vapur kenara yanaşıyordu. Kadın çantasını omzuna atarken kartı uzattığı adamın vereceği cevabı merakla bekledi.
—Teşekkür ederim hanımefendi. Söz vermiş olmak istemem ama yolum o taraflara düşerse uğramaya çalışacağım.
—Anladım. Peki ben son kez isminizi sorsam çok ısrarcı davranmış olur muyum ?
Adam kasketini düzelterek vapurda ilerlemeye başladı.
—Tut ki ben Attila İlhan’ım ve sana söylediklerimin hepsini de bir şair sözü say.
Genç kadını arkasında bırakan adam bir elini beline koyup diğer elini de havaya kaldırarak selam verdikten sonra kalabalığın içine karıştı. Müjgan bir an şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemeyerek hareketsiz kaldı. İnsanların yanından geçip giderken ona çarpmasıyla kendine geldi. Hızla iskeleden çıkarak derginin yeni sayısında yer verecekleri isimle görüşmek için randevulaştıkları mekâna doğru yürüdü.
—Müjgan, iyi misin canım?
Müjgan gelen soruyla gözlerini pencereden ayırdı.
—İyiyim, bir şey düşünüyordum.
—Birkaç defa seslendim ama duymadın, sana bir kargo geldi, masana bıraktım.
Genç kadın iş arkadaşına teşekkür ederek masasına yöneldi. Boş gözlerle kargoyu inceledi, göndericinin adı yazmıyordu. Paketi yavaşça açtı. Karşısında defterini görünce büyük bir şaşkınlık yaşadı. Emin olabilmek için sayfalarını araladı, evet bu onun defteriydi ve en son vapurda aldığı notlar duruyordu. Tam defteri kapatırken son sayfada bir şeyler yazdığını fark etti.
“Merak etme, kelimelerini kaybetmedin. İnsan istese de kaybedemez kelimelerini hele ki bizim gibi duygu kaçakçıları asla kaybetmez. Bir an durup hissetmeye gör, hemen hece hece dökülüverir sayfalara, mesela evden işe işten eve giderken sana duraktan el sallar. Gör beni, hisset beni, yaz beni diye ısrar eder. Anlayacağın bir kıymık gibi batar da unutturmaz kendini. İnsanın acısını, insanın anısını, insanın derdini anlatmak ister. En önemlisi de gerçekçi olmak ister üstelik gerçeğin kendine has bir inciticiliği olduğu halde. Ses olalım diye yalvarır. Dinle, onu dinle. Yaz, yaz ki çözülsün şu dilin.”
-Attila İ.
Müjgan yazıyı okuyup defteri sakince kapattı. Yeniden pencereye doğru yöneldi. Ihlamur ağacı pencereyi süpürmeye devam ediyordu. Bu sokağı sevdiğini hissetti. Şehrin telaşına rağmen arada kalmış sakin bir sokaktı. Herkesin sıkça uğradığı ama herkesin çok da uğramadığı bir sokaktı. Biliyordu, kasketli adam o sokağa da bu ofise de hiç uğramayacaktı ama Müjgan yine de onunla sohbet edebilecekti. Bazı insanlarla sohbet etmek pencereden temiz hava almak gibi bir şey diye düşündü, hem de pencere bile açık değilken.
Duygu Gültekin
2023-08-19T13:15:04+03:00Çok güzel, kaleminize sağlık👏