Hep bir şeyler kovalandı , hep var olmak adına işler yapıldı. Yeryüzünde tüm iyilikler karşılık aradı. Oysa bilinmeyen neydi? Neden coğrafya bize iklim koşullarıyla anlatıldı? Neden kimse tel örgülerden ve sınırlardan bahsetmedi?
Aşılamayan şeylerin ağırlığı asılıyor her gün birilerinin boynuna. Nihayetinde bu da yaftalamanın güzellenmiş hali. Ben şimdi geçtiğim caddenin birinde sol elimi kaldıracağım havaya ve tüm yolu sol elim havada yürüyeceğim. Coğrafyanın acımasızlığı burada başlıyor işte, bir yerlerde başka biri sol elini hiç kaldırmayacak havaya ve ben bunu görmeyecek, bilmeyeceğim. Dünya bu kadar işte. Hasret nedir bilmiyor hiçbir anayasa ve işler ince gül dalıyla işlenmiyor yakaya. Güzel şeyler ardım sıra saklanıyor sokuluyor eteklerimin arasına, kahroluyorum da ‘of’ diyemiyorum. İnsan çünkü, öğretilerin dışında.
İnsan taşıyamam dediği ne varsa taşır, düştüğü çukurdan el aramadan çıkar da. Lakin yalnızlıktan korktuğu kadar Korkmaz ayetlerden ve doksan dokuz adıyla Allah'tan. Kendi yaratmış çünkü, binbir sancıyla ve toprağı sıkarak doğurmuş yüce Tanrı’yı kadın. Yalnız kalmasın diye verdiği Adem’i, Havva yasak elmayı yiyince sürmüş ötelere sırf bu yüzden. Kibir, yalnızlıktan beslenir. Havva elmayla, Adem ise erkek hala.
Ben ne Adem kadar çıplak ne Allah kadar kudretlisini bekliyorum. Ne de insan kadar kirli-kibirlisini.
Bir yerlerde sol elimi kaldırarak yürümek istesem ötelerden hissedecek ve onlarca yollar, dağlar arasından sol elimi öpecek birini...
Herkesin şimdi değil belki ama illa bir gün göreceği, tanıklık edeceği önemli bir şeydi bu. Coğrafya bilmiyordu, sınır tanımıyordu, kanatları yoktu kuş değildi, yüzgeçleri yoktu balık değildi ve tanımıyordu Allah'ı ve onun doksan dokuz ismini.
Adem kadar çıplak değildi, Havva kadar güzel bir kadını sevmeyecekti ama hasreti elmaya değildi asla.