Borçlar gırtlağıma dayanmış, haciz memurlarını zor bela gönderdim. Ancak sıkı sıkı tembih ettiler, ödemezsem iki gün sonra yine gelecekler. Yazık ki param olsa zaten şimdiye bu borcu kapatırdım. Fabrikadan iki ay önce çıkartıldım, tazminat falan hak getire. Dava açtık ama bakalım, avukatın söylediğine bakılırsa davanın yıllar sürdüğü olurmuş.


Hiç sigara içmedim bugüne kadar, şimdi canım felaket sigara çekiyor. Gelgelelim bu sefer de cebimde sigaraya verecek para yok. Beş parasız kaldım. Akşama kadar kahvede milletin masasına yancı oluyorum. Keyfimden değil, aslında hiç sevmem bu işleri, oyundan falan da anladığım yoktur. Gündüz bir iki saat fabrikaları gezindikten sonra gelip kahveye oturuyorum. Başka gidecek yerim yok. Peder Bey her karşılaşmamızda kabahat işlemişim gibi bakıyor gözlerimin içine, sonra gazetesini alıp köşesine çekiliyor. Ağzını açıp tek kelime ettiği yok. Öksürüp aksırıyorum, gayri ihtiyari dönsün, en azından bir saniye baksın, varlığımdan haberi olduğunu bileyim. Yok, ağzını açmıyor. Aklı sıra cezalandırıyor beni. Artık ne cürüm işlediysem... Borç desen, hepsini eve harcadık, üstüme iki parça bir şey aldığım yok ne zamandır.


Akşam vakti. Kahvedeydim. Bir masanın köşesine sinmiş, oynayanları seyrediyordum. Oyundan falan anladığım yoktur, bizimki vakit geçirme telaşı. Hem eve gitmeye de pek hevesli değildim.

Babamla konuşmuyorduk. İşsiz geçen ayların ardından yavaş yavaş azaltmıştık sohbetimizi. Annemse artık soru sormuyor, fırındaki yemeği bile hatırlatmaya gerek duymuyordu. Belki bu benim suçumdu. 

 

Murtaza selam verip içeri girdi. Eskiden beri tanırım; alaycı, hoppala herifin tekidir. Karşısındakini ezmeyi sever. Yanımdan geçerken durdu, yine şakayla karışık bir tokat indirdi enseme. Neden bilmiyorum, öfkelendim. Ayaklanıp üstüne yürüdüm. Benden böyle bir tepki beklemeyen kahveli şaşkınlıkla araya girdi, hemen bizi ayırdı. Ne diye öfkeleniyormuşum? Sanki ilk defa mı enseme tokadı indiriyormuş? Bugüne kadar ses etmemişim de şimdi ne oluyormuş? Az kaldı azarlayacaklardı beni. Tokat yediğim için. Ya da yediğim tokada ses çıkardığım için. Bu işin suçlusu da ben olmuştum.


Sinirden titriyordum; Murtaza sakin, sırıtarak yüzüme bakıyordu. Kavga bile etmemiştik ama aramızda geçen her ne ise kazananı o olmuştu. Ağzını açmadan, elini bile kaldırmadan yenmişti beni. Bir sandalye çekip oturdu, rahatlıkla, gülerek bir çay söyledi kendine. Çıkardı sigarasını yaktı, etrafındakilere de ikram etti. Sohbete daldılar, ara ara da dönüp beni seyrettiler. Fakat Murtaza hiç oralı olmadı. Ben yokmuşum gibi davranmaya devam etti. Çok pişman oldum. Kahvenin içinde herkese rezil olmuştum. Yine öncekiler gibi ses çıkartmasaydım kimse oralı olmazdı ama bir kez ayaklanınca sanki Murtaza’nın kendinden emin tavrı karşısında gerilemiş, pes etmiş gibi göründüm.


Hayat ne garip. İnsan durmadan yarını hesap eder, ölçüp tartar da yine hükmetmeyi beceremez.


Eve koştum; kat kat yorganların altından oyalı çembere sarılmış tabancayı çıkardım. Murtaza’yı evinin yolunda bekledim. Issız bir eylül akşamı, sokak lambasının altında, yani tam da filmlere yaraşır bir sahnenin ortasında vurdum onu. Üç el ateş ettim; sonradan öğrendiğime göre bu mermilerden ikisi omzunun üstünden geçip gitmiş, ancak bir tanesi sırtından tam kalbine saplanmış.


Kaçmadım, yürüyüp yanı başına oturdum. Yüzüstü yere kapaklanmış, yamaç aşağı yuvarlanan bir buzağı gibi çaresiz, kollarıyla kaldırımı kucaklamaya, hayata tutunmaya çalışıyordu. Sesi bütün mahalleyi almıştı. İtiraf edeyim; onu öyle çırpınır görünce bir tuhaf oldum, hatta biraz korktum. Sessizce öleceğini düşünmüştüm. Ya da en azından fısıltıyla son birkaç kelam eder, şehadet getirir diye bekliyordum.

Haline acıdım. Ölsün istiyordum ama bir yandan da can çekişmesine içim el vermiyordu. Bir el daha ateş edecek olsam iyice canilik olacaktı.


Biraz sonra inlemeleri kesildi, nefesi zayıf bir hırıltıya dönüştü. Sokaktan geçen birkaç kişi çekingen, yanımıza kadar geldi. Kanı görünce irkildiler, sonra bir şeyler soracak oldular. Bu kez de elimdeki silahı görmüş olacaklar ki sakin görünmeye çalışarak yürüyüp gittiler.


Polis arabası yanaştı. Silahı bıraktım, kalkıp yürüdüm. Hiçbir şey sormadılar, ben de bir şey söylemedim. Kelepçeleyip arka koltuğa bindirdiler. Sonra ambulansın mavi ışıkları vurdu arkadan. Murtaza’yı acelesiz, siyah bir poşete koyup götürdüler. Yolda giderken polislerden biri uykulu sesiyle, “Yazık ettin,” diye mırıldandı. Öteki onayladı: “He ya… Değer miydi?” Ne garip. Sanki Murtaza’yı tanıyorlardı.


Sorgu memuru, Murtaza’yı neden vurduğumu sordu. “Bilmem,” dedim. “Sevmiyordum, sataşıp duruyordu bana.” Kimseden yardım alıp almadığımı sordu. “Yok,” dedim. Bir avukat getirdiler; üstü başı dağınık, uykudan yeni kalkmış. Mahcup oldum. Sorgu memuru çıkınca avukattan özür diledim. Şaşırdı, fakat bir şey söylemedi, doğrudan konuya girdi; Murtaza’yı neden vurduğumu sordu. Aynı şeyleri ona da tekrar ettim. “Tahrik vardı yani,” dedi. “Bilmem,” dedim. “Yoktu herhalde.” Tatmin görünmedi, uyku mahmurluğundan sebep fazla da zorlamadı. İfademi önüme koydular, imzaladım. Ertesi gün savcıya çıkacağımı söylediler.

Geceyi nezarethanede kuru bir tahtanın üstünde, daha da kötüsü yabancı, kötü görünümlü iki serseriyle birlikte geçirdim. Önce laf atar gibi lakayt bir tavırla neden düştüğümü sordular. Tipime, halime bakıp bir gecelik bir cürüm işlediğimi, ertesi günü buradan çıkıp hayatıma kaldığım yerden devam edeceğimi zannettiler.

“Birini vurdum,” dedim.


Benden taraf olan dudağını bükerek, “Hay Allah,” dedi. Bir kaza olacaktı herhalde.

“Hayır,” dedim. “Takip ettim, sonra da vurdum.”


Ciddiyetimi görünce bu kez ikisi birden saygıyla, “Allah kurtarsın,” dedi. Sonra genç olan tüm iyi niyetiyle ekledi: “Allah vere de adam ölmeye…”


Omuz silktim: “Öldü.”


Bu söz gecenin üstüne bir karabasan gibi çöktü. Daha kimse konuşmadı. Onlar birbiri üstüne, ben ceketimin üstüne yattım, uyuduk.


Ertesi gün savcıyla görüşmem yalnız birkaç dakika sürdü. Beni adliyeye getiren iki polis, cezaevine kadar da eşlik etti. Yolda kimim kimsem, çamaşır elbise getirecek birisi olup olmadığını sordular. Yok, dedim. Babam ertesi gün cezaevine gelip benim gibi bir oğulları olmadığını söyledi.


Katiller koğuşuna aldılar beni. İki gardiyanın kötü bakışları altında demir kapıdan içeri girerken arkadan bir tanesi sebepsiz yere sırtıma bir yumruk geçirdi. Az kalsın yere kapaklanacaktım. Kalktım, doğruldum, etrafa baktım. Koğuşun basık havası girer girmez ciğerlerime oturmuştu. Sol taraftan çürümüş bir ses, “Alışırsın, alışırsın…” diye mırıldandı. Dönüp baktım; kapkara, kupkuru ihtiyar bir adam. Bu koğuş, bu cezaevi bir insan olsa işte böyle, işte bu adam gibi görünür. Alışmak demek bu adama dönüşmek demekse herhalde ölmeyi tercih ederim.


“İşte,” dedi, köşedeki ranzayı işaret ederek, “Geç, oraya, alt tarafa yat.”


Altlı üstlü yataklarında yayılmış oturan koğuş sakinleri, yanlarından geçip giderken bir saniyeliğine başlarını kaldırıp neredeyse her biri aynı tonda “Geçmiş olsun,” diye mırıldandı, sonra yeniden önlerine, kendi sessizliklerine döndüler.


Yorulmuştum. Artık hiç yoktan rahat bir uyku çekerim düşüncesiyle, mutlulukla yatağa oturacakken bir tanesi yerden bitmiş gibi önümü kesti. İnce, dal gibi, tüysüz bir oğlan. Etrafa bakındım; herkes başka yana dönmüş, kimse oralı görünmüyor.


“Buyur,” dedim. “Bir şey mi istedin?”


Esmer yüzünü ekşiterek, tükürür gibi, “Bu yatak dolu!” dedi.


“Nasıl dolu? Baksana çarşafı bile yok.”


“Uzatma, dolu dedik!”


“Kim diyor?”


Başıyla omzunun arkasını işaret etti. Duvar dibinde, koğuşa hakim ranzanın tepesinde yaşlı bir bilge, bir kartal edasıyla oturan çatık kaşlı, pos bıyıklı, iri kıyım, hafif göbekli bir adam, göz ucuyla bizi seyrediyor.


“Peki,” dedim. “O zaman ben nerede yatacağım?”


Kapı tarafını göstererek, “Aha şurada,” dedi. Dönüp baktım; hemen girişte, çürümüş, belli ki atılsın diye o tarafa konmuş bir sünger. Ses çıkarmadım. Gittim, süngeri birkaç kez tokatladım, ceketimi üstüne serip uzandım.


Gece öteki yatağa baktım; gelen giden kimse olmadı. Sabaha kadar koridorda dolaşan postalların sesini dinledim. İki, üç gün böyle geçti. O yatak hep boş kaldı, ben betonla bütünleşmiş soğuk süngerin üstünde yatmaya devam ettim.

Kimse benimle konuşmuyor. ‘Ağa’ diye seslendikleri adam daima ranzanın tepesinde. Ona karşı korkuyla karışık bir saygı var koğuşta. Genelde sessizlik hakim, ama biri kahkahayı fazla kaçıracak oldu mu göz ucuyla ‘Ağa’ya bakıyor, sonra sohbetine kaldığı yerden, fakat bu kez daha sessiz devam ediyor. Gülmek bile haraca bağlanmış burada.


Öğle vaktiydi, uzanmış kestiriyordum. Bir tanesi gelip dürttü; yere bir leğen bırakıp gitti. Domates, biber, soğan ve bir de ufak, kör bir bıçak. Ses etmeden kalktım, masaya geçtim. Arkamdan benim gibi yeni düşmüşlerden birini, genç bir çocuğu yardıma gönderdiler. On dokuzunda ya var ya yoktu. Bu sırada beni yatağımdan eden iri kıyım herif karşımda, ranzanın üstünde, elinde tespih çayını yudumluyor, etrafını sarmış oturanlara keyifle bir şeyler anlatıyordu.


Başımla işaret ederek, “Bu herifin adı nedir,” diye sordum.


Çocuk elindeki soğanı ciddiyetle soyarken, “Ahmet,” dedi. “Ahmet Ağa derler ona.”


Sonra, bakışlarını kaldırmadan ekledi: “Yanlış yaptın. Yatak parası verecektin Ahmet Ağa’ya.”


“Öyle mi?” dedim. “Bilemedim.”


Önce soğanı atıp kavurdum. Ardından biberi, az sonra da domatesleri. Arkasından dört tane yumurta kırdım. Ahmet Ağa’nın yemeği yatağına götürüldü. Diğer herkes sofranın başına toplandı. Yemek yendi, çaylar tazelendi, sigaralar yakıldı; hemen herkes menemeni nasıl böyle güzel yaptığımı sordu, birkaç dakika boyunca marifetimi övdüler. Oysa hayatımda yediğim en kötü menemendi. Biberler solmuş, pörsümüştü. Domatesler ertesi güne kalsa hepten çürüyecekti. Soğan plastik gibi daha kavrulmadan kararmış, sonunda tatsız bir şeye dönüşmüştü. Yumurtalar zaten bayattı.


Abartılı hareketlerle omuzlarıma, sırtıma vurup beni tebrik ettiler. Anlam veremedim. Sonra ihtiyarı gördüm; parmaklarının arasına kıstırdığı sigara unutulmuş, hepten küle dönmüş, ihtiyar dalgın, başını sallıyor, sanki yine o günkü gibi, “Alışırsın, alışırsın,” diye söyleniyordu.


Bu tabloyu bir süre seyrettim: esmer kara suratlar, yağlı dudaklar, sarı dişler, bağırışlar, çayın höpürtüsü, genzimi yakan ağır duman… Burada bir ömür… Burada herkes katil. Nasıl insan bunlar? Gülüyorlarsa keyifleri yerindedir, ağlıyorlarsa yine kendi keyiflerinden. Yarabbi, nasıl yaratık bunlar?


Birden kan beynime sıçradı. Domatese bulanmış kör bıçağı kaptığım gibi ranzaya koştum, Ahmet Ağa’yı ağzında lokmasıyla yakasından tutup aşağı fırlattım. Boğazını boydan boya kestim. Olan biteni kavrayacak kadar vakti olmadı. Yerde, kendi etrafında döne döne her yeri kırmızıya boyadı, açık gırtlağından bir zaman dumanlar tüttü.


Sofranın başındakiler birer ikişer ayaklandı, uzaktan, tehlikeli bir hayvanmış gibi korkuyla Ahmet Ağa’nın ölüsünü seyre koyuldular.


Az sonra demir kapı açıldı, gardiyan sürüsü zincirinden boşanmış gibi içeri doluştu. Kalabalığı gelişi güzel joplaya joplaya ilerlediler. Önce cesede, sonra bana, sonra elimdeki kanlı bıçağa baktılar. Koğuşta çıt çıkmadı. Bıçağı attım. Kalktım önlerine düştüm. Çok sonra bir tanesi çekingen, koluma girdi.


Sorguda bıçağı nereden bulduğumu sordular. Anlattım, inanmadılar. “Olmaz öyle şey,” dediler. “Koğuşta bıçağın ne işi var?” Anlatamadım, daha da zorlamadım. Bıçak benim üstüme kaldı. Bir aylık hücrenin ardından mahkemeye çıkardılar. Tasarlayarak adam öldürmek suçundan, iki cinayetten müebbet hapis.

Mahkeme dönüşü koğuşa başgardiyanın eşliğinde, bir mahkum gibi değil de, gönlü hoş tutulacak bir misafir, bir büyük kimse gibi girdim. Herkes birden ayaklandı, ellerime sarılıp öpmeye çalıştılar, neden bilmem bu kez yine yaptığım işi uzun uzun övdüler, yaltaklandılar.


Ahmet Ağa’nın yatağına kuruldum. O gün, uzun zamandan sonra ilk kez rahat bir uyku çektim. Artık şüphesiz korkulacak adamdım. O günden sonra yemeğim, çayım önüme geldi. Sigaraya başladım. Paradan yana da sıkıntım olmadı.