Yağmur Kaçağı'nı açtım, okudum. Lise zamanlarınızdan kalma cümleler içimde saklı bir yerlerde. İçinde yaralar açıyor sanki insanın. Tam göğsünün orta yerinde. Ve sen farkındasın yaralarının, sana ait olanın. Eğer unutmak ise büyümek, büyüyemediğini anlıyorsun. Büyüyemeyeceğini de...
Konuşmak istiyorsun, yanı başında baharlar görmemiş çiçekle. Hiç baharlar bilmeyen çiçekler için mevsimin bir önemi var mı acaba diye düşünüyorsun. Ardından hayallerini anımsamaya çalışıyorsun. Hayallerin ve yaşadıkların içiçe ve karmakarışık. Zihnin katıverip önüne ikisini de yollara düşüveriyor yeniden. Olduğun yere ait değilsin, buna adın kadar eminsin. Nasıl ki bundan önceki durakların hiçbirine ait olmadığın gibi. Ne duvarları kireç badanalı ev ne duvarları açık mavi renk bir yatakhane ne de penceresi göğü değil kaldırımları gören bir ev. Ve göğü hep gri bir kent. Ve bütün baharların ve bütün yaz yağmurlarının içinden akıp gittiği mevsimler.
Nerede kaldın sen, bir türlü bulamıyorsun.
Bir Atilla İlhan şiirinde Yağmur Kaçağı oluveriyorsun sevdanın ellerinde.
Yerle yeksan oluveriyorsun, her yer cam kırığı. Ellerin acıyor ve gözlerin buğulanıyor, pazar sabahlarının sessizliğinde.
Şarkılar mırıldanıyorsun içinden, belli belirsiz.
Yine yağmurlu bir kente taşınıyorsundur.
Yine otobüs duraklarından uğurlanıyorsundur, yanakların hüznün gölgesine dayalı.
Kalbini yokluyorsun ellerinle. Bir bir topluyorsun kendini yağmur sonrasının telaşında. Sırılsıklamsın.
Gece ışıkları gözlüyorsun, koca koca kentlerin ışıklarını. Doğup büyüyemediğin yerlere hiç benzemiyor demi?
Bu kez de içini açıp bakıyorsun, bu sen misin diye.
Seni sana hatırlatmayan bir ezgi gibi, eksik gibi.
Herkes gibi.