Bütün bir günün yorgunluğu vardı üstünde. İşten eve gelmiş, üstünü değiştirmiş, yemeğini yemiş, bulaşıkları yıkamış; çamaşırları toplamış, katlamış ve yerleştirmişti. Üç haftayı geçkin süredir evini temizlemediğinden kalan enerjisinin her damlasını kullanarak evini temizlemişti. Yüzü gözü ter içinde kalmış, duşa girmişti. Şimdi ise duştan çıktı. Banyonun hemen karşısında odası vardı. İncecik esmer ayak bilekleri, soğuk parkelere her bastığında titriyordu. Seke seke odasına gitti. İlk önce saçındaki havluyu çıkardı. Geçen hafta bunalıma girdiğinde kestirdiği saçları omzuna değiyordu. Makyaj masasının karşısına oturdu. Tatlı yorgunluğun verdiği uyuşukluk vardı üstünde. Aynada kendi yansımasına daldı. Yorgunluktan sırtını bile dik tutacak hali yoktu. Beyaz çekmecesinin gri işlemeleri olan siyah kulpundan çekti, açtı. Ahşap tarağını çıkardı. Yavaş yavaş saçlarını taradı. Sonra ayağa kalktı. Bornozunu çıkardı. Bir anda çıplak kaldı. Soğuk vurdu esmer vücuduna, ayıldı. Beyaz dolabının kapağını hızlıca açtı. Giyeceklerini seçti. Dantelli bir külot, pembe bir atlet giyecekti. Sonra, beyaz kalın eşofmanıyla bej, uzun kollu dar tişörtünü seçti. Hızlıca hepsini üstüne geçirdi. Hala üşümesi geçmemişti. Bu sonbahar rüzgarları farklı oluyordu; evin duvarlarına işliyor, duvarlar da kadının içini üşütüyorlardı. Üstüme ne alabilirim diye düşündü. O sırada ayaklarının üşüdüğünü ve çorap giyinmediğini fark etti. Kahverengi uzun yünlü çoraplarını aldı ve giyindi. Islak saçları boynunu soğutuyordu. Tuvalete gitti ve saçlarını kuruttu. Derin bir nefes aldı. Artık yapması gereken hiçbir şey kalmamıştı. 


Salona gitti. Dışarıda yağmur yağıyordu. İşten eve geldikten sonra bile koşturmalar bitmediğinden yağmuru fark edememişti. Kadının morali bozuldu. Yoruluyordu. Hayat, her yerden onu çekiştiriyordu, bu kadar yoğun olmasına rağmen hiçbir şeye yetişemiyordu. Mutfağa gitti. En sevdiği kırmızı kupasını çıkardı. Su kaynattı. Bir iki dakika sonra mutfaktan elinde sıcacık mis kokulu yasemin çayı ile çıktı. Salonunu çok seviyordu. Salonunda şirin bir pencere vardı ve pencere geniş bir sokağa bakıyordu. Uzun deri koltuğundaki beyaz battaniyesini aldı. Pencerenin önündeki berjer koltuğuna oturdu. Çayını pencerenin önüne koydu. Üstüne battaniyesini örttü. Çayını geri aldı ve kokusunu derin bir nefes alarak içine çekti. Yağmurun sesi göz kapaklarını okşuyordu sanki. Pencereden gelen yağmurun soğuğu yüzünü serinletiyor, elindeki sıcacık çayı ve yumuşacık battaniyesi de bedenini ısıtıyorlardı. Kadının kaşları gevşemiş, dudakları yukarı kalkmıştı. Her şey güzel gidiyordu ta ki telefonunu yanına almadığını fark edene dek. Bütün huzuru gitmiş, başının üstünü kara bulutlar sarmıştı. Kaşları yay gibi gerildi ve dişleriyle dudaklarını kemirmeye başladı. Burnu gittikçe kızarıyordu. Ağladı, ağlayacaktı. Her an işten birileri yazar diye bu iki ay telefonunu yanından ayırmaması gerekiyordu. Zorla yerinden kalktı. Telefonunu bir oda bir salon evinde dakikalarca aradı. Kadının sinirleri geriliyor, huzursuzluk tüm eve siniyordu. Evin her odasına tekrar tekrar giriyor ama lanet telefonu bulamıyordu. Kadının sinirleri yavaş yavaş patlama noktasına geliyordu. Duvarlar ellerinde olsa bir iki santim daha uzaklaşacaktı kadından. Kadının huzuru kalmamıştı artık. En sonunda pes etti. Artık başı da ağrıyordu. Kadının bütün huzuru kaçmıştı. Yerine tekrar otururken telefonunu eve geldiğinde pencerenin önüne koyduğunu hatırladı. Sinirleri boşaldı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Nasıl olur da onu orada görmezdi? Bulutları yalnız bırakmak istemezmiş gibi gözyaşları yanaklarından yağmurla aynı hızda düşüyordu. Kendisini vahşi bir hayvan gibi hissediyordu, hayat onu kaçmasın diye bir yerlere bağlamıştı sanki. İsyankar düşüncelerinin ardı arkası kesilmiyor, gittikçe şiddetleniyorlardı. Artık bu hayata dayanacak hiçbir gücü kaslarında dahi bulamıyordu. En basit şeyleri yapamıyordu, önündekini bile göremiyordu. Derin derin nefes aldı. Biraz daha sakinleşince berjer koltuğuna tekrar oturdu. Dizlerini kedine çekti ve koltuğuna iyice yerleşti. Battaniyesini örttü. Ilıklaşmış çayından yudumlar aldı. Öfkesi  geçmemişti ama sakinleştiği çözülmeye başlayan kaşlarından belliydi. Telefonuna bildirim geldi. Kadının, silah sesi duymuş gibi omurgası gerildi. Nereden, kimden, neden bildirim geldi diye pencerenin soğuğu işlemiş olan telefonunu aldı eline. Bu bir takvim bildirisiydi. Birkaç hafta önce işyeri onları bir kişisel gelişim seminerine götürmüştü. Seminerin konusu "Gülümseme Sanatı" idi. Seminerden çok etkilenmiş ve orada anlatılan bir uygulamayı kendi de yapmıştı. Takvimi ona her gün saat sekizde gülümsemesini hatırlatıyordu. Bildirim de buydu: Gülümse! Kadın gülümsedi. İrkilmiş olan bedeni pamukların üstündeymiş gibi rahatladı. Bir kadın gülümsedi ve evin huzuru apartmana yayıldı. Kadının gülümsemesi, kahkahaya dönüştü. Kendinden geçercesine gülüyordu. Gerçekten sinirleri bozulmuştu. Daha demin bir telefon için verdiği tepkiler normal değildi. Kendi kendisine gülmemişti kadın. Acısına gülmüştü, yorgunluğuna, her akşam döktüğü gözyaşlarına ve dahası hayata gülmüştü. Gülmüştü de gülmüştü. Derin derin nefes aldı ve esmer teninden bile belli olan kırmızı yanaklarıyla yağmuru seyretti. Beyaz yumuşacık örtüsünü karnına kadar çekti, artık neredeyse soğuk olan çayını kucağına aldı ve yağmuru seyretti. Kadın öylesine güzel görünüyordu ki usta bir ressamın elinden çıkan bir tablo sanabilirdiniz. Yarı kızgın yarı kırgın kaşları, sevinçli ama yorgun dudakları, güçlü ama artık güçlü olmak zorunda kalmak istemeyen koyu kahverengi gözleri ile bir şaheser gibi duruyordu, yağmuru seyrediyordu. Bir kadın yağmuru seyrediyordu.