Herhangi bir sabaha kardeşini öldürme fikriyle uyanarak yatağından kalkanların ülkesi… Merhaba, burası dünya. Kâbil’den beri kan döküyoruz burda.


Elbette her maşuk, aşığından bir ceset isterdi lakin, kimi kendisini feda ederken, çoğu maktûlünü kininden seçerdi.


/Oysa

Kurban diye Tanrı, insî nefsi dilerdi.


Hani ceset nedir bilmeyen Kâbil, kardeşini öldürmüştü de gömmeyi bir kargadan öğrenmişti. Hâbil, kabul görülen, onaylanılan ve istenilendi; öyleyse ölmeliydi. Hem Yusuf’u da -kurdun insan yiyebileceğini bilmeyen- kardeşleri satmamış mıydı, attıkları kuyunun başında; bu kölemizdir diyerek fahişçe ucuz bir fiyata... Sevilmesini sevmemiş ve satmışlardı. Yakub’u, kanı Yusuf’a ait olmayan bir gömlekle avutmuş; Yusuf’u üzerindeki gömleklerle vurmuşlardı. Burada sevilen her şeyden kurtulurlardı. Tanrı’yı ve şeyhlerini şehirde istememeleri de bundandı.


/Yusuf bilirsin

Aynadaki sîretini seyrederken, pazar için kendisine fiyat biçenlere; cüzî bir alışveriş binâ eder Mevlâ. Velâ bağları pek seyrek atılır burda. Bir babanın uyarı sözleri, kurt re’yi düşürür oğullarının akıllarına. Burası dünya, insan iddiasından vurulur burada.


Kalbinin en çekindiği şey ile sınananların ülkesinde; Yakub’lara, arpa ve buğday ile verilirdi vuslat. Sevda değildi tutup bir gömlek yırtmak. Ki sayılmazdı ayrılıktan, ağlamaktan gözlerini kaybetmediğin firkat. Sevda oydu ki, akıl gider, göz gider, gömlek giderdi. Derdi kemâl olmayana derman yetişmezdi. Sevda olmadan yüzüne sürdüğün hiçbir gömlek şifa vermezdi.

O ne şanlı gömlekti ki önce kuyuya attırıp, pazarda sattırdı seni. Yırtılıp zindanlara düşürttü, ardından Mısır’a sultan ettirdi seni. Ve nihayet, sevdaya derman eyletti seni.


/Oysa Yusuf bilirsin;

Aslen kurt yok, kuyu yok, gömlek yoktu

Ve dahası burada Yusuf yoktu!

Medyen’de köle olarak sattırdığı Yusuf’u, Mısır’a sultan eden

Nil’de sandukadan çıkarttığı Musa’yı, Sina’da Tevrat ile müjdeleyen

Bir Var vardı!

Bir de ben …


Merhaba. Ben, Yakub’un Yusuf olmayan oğlu. Ben Kâbil, ben Câlût, ben havârî Yahuda… Ben Âdem’i cennetten kovduran Havvâ. Ben, senim. Ben, bizim. Ben kaçtığımız, saklandığımız ama ta kendisi olduğumuz her şeyim. Tanrı’nın, sevgisizliğe yenilmiş dileği ve belkide nefretiyim. Oklar, bıçaklar, silahlar, biyolojik savaşlar yarattım içimdeki nefreti yenmek için. Büyüleyici bir lisanım vardı, şiirler yazdım kalpleri boğmak için. Bedenleri yücelttim durmadan, parçalansın diye en yukarıdan birden aşağıya bırakabilmek için. Parayı yarattım, ilahlığı tatmak için. Haftanın altı günü altı saat bana ibadet eden kölelerime mâbedler inşâ ettim, kulu olsun dileyen Tanrı’yı anlamak için. Şehveti yarattım, O’nu unutturmak için.


Bana verdiğin kristalden, kadeh yarattım Tanrım. Üzümden, şarap… Camın gümüşle sevişmesinden, ayna yarattım. Ayna ki, sarhoşluğumun esas sebebiydi. Üzüm bu sekrin bahanesiydi. Benim, aynadaki yansımama vurulmamla başladı her şey. Firavun olmamın tek sebebi, aynadır. Yusuf’u kuyuda, İsa’yı çarmıhta bu yüzden bıraktım, Muhammed’in yüzüne bu yüzden değdi taşlarım.

Ben kendimi sevince,

ben Sen miyim, Sen ben misin karıştım.

Kâinatta bir Sen, bir de ben varım sandım.

Kim bilir, belkide yanıldım…

belkide,             

yalnızca ben vardım.

 

 

Beyza BAYRAKTAR