Televizyon ekranlarında insanları görüyordum… Çok değil henüz üç yıl önce gerçekleşmiş olaylar, sanki bugün yaşanmışçasına hatrımda. Asrın felâketi olan bir hastalıkla cebelleşiyorduk hepimiz. Bir de o yetmezmiş gibi doğal afetler, depremler… Hepsi, hepsi üst üste gelmişti. Uzaktan izleyince kolay geliyormuş insana şimdi anladım… Üç yıl sonra benim de başıma geldi; deprem bölgesinde, hayatımın ilk defa bir döneminde erken uyuyayım derken gece saat dördü on yedi geçe, duvarlar üstüme üstüme gelmeye başladı. Sallanıyorduk ve sallanıyorduk… Bir zarar görmeyiz dedik, hamd olsun görmedik de… Aslında, “görmedik” dediğim, ben ve ailem… Önce enkâz altında kalan arkadaşlarım oldu sonra da toprak altında kalan arkadaşlarım… Bir bir yitip gitti; her gün yüz göz olduğumuz, selâmımız ve sabahımız olan dostlarımız... Toprağa verdiklerimiz oldu; ağlayarak topraklarını suladıklarımız oldu, televizyon başında, kurtulmalarını beklerken yüreğimiz elimizde ağladığımız insanlar oldu… Yine de şükrettik, okullara sığındık, o acı psikolojiyi yenmeye çalıştık; ardı arkası gelmeyen artçı depremlere alışmaya baktık. Kimimiz şehir değiştirdik, kimimiz kendimizi herkesten soyutladık… Ben, o şehir değiştirenlerdendim. Ben dedim, ben… En azından ben kurtuldum. Peki ya diğerleri? Onlar için dûa etmeye de devam ettim. Peki ya geride kalanlar? Onlar için de dûa etmeye devam ettim, devam ettik. Tam kurtuldum dedim, enfeksiyon denen bir hastalığın pençesinde asılı kaldım. Günlerce yatakta kaldım. Televizyonda gördüklerim tek tek gerçekleşirken bir nevî büyük bir dejavu yaşadım aslında. Bu sefer iyileşmek için dûa ettim. Kendim için daha çok dûa ettiğimi fark ettim. Önce can, sonra cananmış mesele, onu anladım… İnsan önce kendi için yaşamalıymış onu anladım… Ve bir söz verdim kendime: iyileşirsem şâyet; ertelediğim her şeyi yerine getireceğim, asla işlerimi aksatmayacağım. Ve öyle de oldu. Şimdi onun meyvesini yiyorum; tabii meyvenin tadı bana ne kadar tatlı gelirse… Yaşamımızın kıymeti aslında bizim ona değer biçtiğimiz kadarmış, yaşam denilen ve ucunda beliren; ölüm adı verilen sonumuz, biçilen bir kaftana bakarmış… Hoş, hayat bu ya! Yarın yaparım dediğin plânları yapamayacak hâle gelirsin; öldüm dersin ölmezsin, tam ayağa kalkıp yeniden dirildim dersin dirilemezsin. Ayağa kalktığın yerde başlar çünkü asıl yolculuğun, sınavın… Serzenişlerini senden başkası duymaz. Ben değil miydim: “insan önce kendi için yaşarmış” diye söylenen? Ölüm ölüm deyip, hayattan söz eden? Ben bile en başta kendimi düşünüyorsam benim serzenişimi benden başka kim duyabilir, herkes kendi derdine düşmüşken? Yirmi küsur yaşım bana çok şey öğretti ve öğrettiklerinden biri de yaşamdı…
Ve ben, şimdi daha iyi anladım, hayat mottosu edindim: yaşamı; ama gerçekten “yaşamı”, nice dolu dolu yaşamaya!
by_pippo
2023-04-01T03:02:40+03:00yaşamak ölümün kayıt defterine yazılmış bir eylemdir. ve bu bağlamda yaşamakta ölmekle denkliğini hayatta kaldığımız sürece varlığını devam ettirecek. işte bu yüzden insan yaşamın kıymetini ölümün kıyı şeridine geldiğinde iliklerine kadar hissetmekle birlikte o kıyıya ulaşmadan anladığı takdirde hayatın o endemik alanlarını daha net biçimde görecek, anlayacak ve eylemde bulunacaktır. bende size şiirler cevap vereyim;
yaşamak;
ölümün sunaklarında
yaşamak;
göz yaşı bağlarında
yaşamak;
gülmenin cennetinde
yaşamak;
acının güvertelerinde
yaşamak işte;
var olan
yok olan
bütün diyagramlarda
yaşamak
ve
yaşatmak
tüm ülkümüz
hatta türkümüz
o yüzden
türkümüzün son notası
ülkümüzün son zerresine kadar
yaşamaya
ve yaşatmaya ...
Dicle Doğru
2023-03-31T23:46:03+03:00yaşamak için hem yaşatmalı hem de yaşamalıyız. aklımda direkt nazım hikmet’in, yaşamaya dair şiiri geldi. ve ekliyor kendisi;
Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel en gerçek şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin hâlde…
by_pippo
2023-03-31T23:44:04+03:00yaşamak ancak yaşatmanın idealize edildiği ya da daha net bir çeperle sarıldığında insan yaşamanın ve yaşatmanın önemini kapsayabilir. çünkü yaşamanın bencilliği yaşatmanın o konjektürel varlığına atıfat bulunmak için gerektiğinde kendi hayatsal diyagramlarından da vaz geçme eyliminde bulunması gerektiğini göreceğiz. çünkü insan tekil bir canlı değil sosyal bir canlıdır. bu bağlamda insan yaşamayı ancak yaşatmakla var ettiği düzlemde yaşamaya doyacaktır.
Dicle Doğru
2023-03-30T18:35:46+03:00Özge Topuz, sonsuz teşekkürler... Umarım hepimiz bundan sonraki günlerimizi sevdiklerimizle beraber mutlu ve huzurlu bir şekilde geçiririz ❤️🩹
Özge Topuz
2023-03-30T16:39:41+03:00Çok içten bir yazı olmuş 🤍 Kayıplarınız için sabırlar dilerim… Bundan sonraki günlerinizin sevdiklerinizle beraber güzel ve huzurlu geçmesi dileğiyle…
Dicle Doğru
2023-03-30T14:11:06+03:00yaşamın tadını, daha nice güzellikleriyle almaya! (: teşekkür ederiim 💞✨