Gece yarısıydı. Kötü bir rüyadan uyanmak onu her ne kadar mutlu etmesi gerekiyor olsa da, etmedi. Hâlâ gördüklerinin esiriydi. Hâlâ gözleri yağmurluydu. Kalbi... kalbi çok tuhaf atıyordu o gece. Hatta neredeyse atıp atmadığından bile şüphelenecekti. Nefesi onu zorluyordu. Boğuyordu.

Yerinden kalkıp su içmesi, temiz hava alması gerekiyordu ama yapamadı, kalkamadı. Korkuyordu. Yataktan adımını atacağı ilk an, o adımın onu rüyalarıyla boğan bir uçuruma sürükleyecek hissine kapılmaktan kendini alamıyordu ve daha çok korkuyordu. Daha çok siniyordu yatağın içine. Ağlamaya başlıyor, fısıldayarak hıçkırıyordu. Akıttığı her damla gözyaşı onu yok etmesini istercesine.

Biliyordu işte; şu kahrolası rüyaların onun peşini bırakmayacağını, aksine gün geçtikçe daha da çok artacağını. O rüyaları gördüğü ilk günden beri uyumak istemiyordu artık. Ne gece ne de gündüz. Uykusuzlaşmak istiyordu adeta. Ama biliyordu. Bu istediği imkânsızdı.

Ve her yeni gün, içini acıtan bu gerçeğin yüzüne vurmasıyla karşı karşıya gelmek zorunda kalıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Çaresizlik ve korku hissi onu sarıp sarmalamış gibiydi. Her gününü ağlayarak geçirmek istemiyordu. O masumdu. O masumdu ve bu yaşananları hak etmiyordu. O suçsuzdu. O iyi kalpli ve saftı. O sadece ne yapacağını bilmeyen bir kızdı.

Ama yaşanılanlar aksini iddia ediyordu.