Uçsuz bucaksız gibi duran tarlaların üzerinde yeni sararan buğday başakları salınıyordu. Rüzgâr sabahın bu ilk saatlerinde, güneş henüz yeni yeni belli ederken gökte kızıllığını, sert esiyordu. Serin bir şafak vaktiydi. Damar gibi yollar uzanıyordu düzlükte.
Yol tenhaydı. O kilometrelerce başka köylere, kasabalara uğrayan bu yolun bir noktasında ise adamın biri yürüyordu. İki yanındaki buğday tarlalarında başaklar, rüzgârla berber uzanarak onun gittiği yolu işaret ediyordu. Adamsa sırtındaki yer yer eprimiş kahverengi ceketi ile yek bir beden… Öylece önünden bakışlarını kaldırmadan, arada elleri ile kollarını sıvazlayarak ve avuç içine nefes alıp vererek yürüyordu. Yaşlıydı ama dinçti. Bir ara durup etrafa bakındı. Soru dolu, sanki bir an nerede olduğunu unutmuş gibi bakmıştı. Sonra kaşlarını kaldırıp yoluna devam etti. Yol biraz yükselince köy gözüktü. İleride kasaba, onun yanında diğer köy, onun da yanında cam fabrikası… Ezan okunmaya başladı. Önce bir köyden, sonra diğerinden ve duyulmayacak kadar uzak, kasaba camilerinden…
Nefes nefeseydi. Manzarası epey geniş olan bir taşa oturdu. Ufukta giderek yükselen güneş, vücuduna vurdukça sanki kabuğundan sıyrılır gibi doğruluyordu. Rahatlıyordu. Soğukta güneşe çıkınca titreyerek ısınmak ne gariptir. Cebinden bir çakı çıkardı, yerde gördüğü ahlat armudunu aldı ve çürüklerini soydu. Bir ısırık aldı. Yüzünü buruşturdu ve attı elinden. Taklalar atarak yuvarlanan meyve, çabucak aşağılarda bir yerde kayboldu.
— Nereden böyle Mehmet Amca?
Arkasından seslenen, köyün gençlerinden Esat’tı. Yolun ortasında durup kendisine yetişmesini bekledi. Esat’la yan yana yürümeye başladılar. Köye inen yokuşu tabanlıyorlardı. Onlar hal hatır sorarlarken birbirlerine, yanlarından bir cenaze arabası geçti.
— Allah Allah, dedi Mehmet, nereden nereye gidiyor acaba?
— Duymadın mı yoksa?
— Neyi? Duymadım valla.
— Dün akşam Metin Abi ölmüş.
— Hangi Metin?
— Yok mu be… Hani şey… Nasıl anlatsam? Heh! Hani bizim köy kahvesinin arkasında evleri var hani. Topal Nefise’nin evlerinin karşısında... Kırmızı garaj kapıları var.
— Bildim.
— Hani böyle iki katlı, mor fayans kaplı bir ev, bahçenin tam orta yerinde…
— Bildim bildim.
— Heh işte o Metin. Genç yaşta gitti dağ gibi adam. Sebebi ne?
— Sen söyleyeceksin. Ne?
— Kalp.
— Allah rahmet eylesin. Eylesin de herkes kalpten gidiyor arkadaş! Ben anlamıyorum ki bu işi! Salgın mı vardır, nedir? (Esat kahkaha attı bir an, sonra çok çabuk sustu.) Gerçekten öyleyse suçlu benim, tamam ama boktan bir sebebe ölenlere hemen cevap hazır: Kalpten… Belki ceza olarak Yaradan beni de kalpten alır yanına, bilemem ama…
— Haklısın Mehmet Amca, dedi Esat gülerek, herif -farazi konuşuyorum tabii- karısı ile münasebete girerken affedersin hap alıyor, bilmem ne yapıyor kurnayı eğmesin diye. Ama bizim millet görmemiş ya, fazla fazla yutuyor.
— Bak sen!
— Tabii abi. Ondan sonra kalp ramazan davulu gibi güp güp… Sabaha çıkmadan hık der gık der gidersin valla. Hele gençlere kalpten gitti diyorlarsa bil ki…
— Şeyden gitmiştir, diye sözü kesti Mehmet. Gülüştüler.
— Aynen öyle Mehmet Amca, şeyden.
Yan yana yürüyüp lafın lafı açmasına mana bulmadan konuştular ha konuştular. Köye girdiklerinde hava epey ısınmıştı. Yeni yeni gelen yaz, “ben buradayım” demeye başlamıştı yani.
Mehmet’in elleri arkasından bağlı iken Esat ise ha bire elleri ile bir şeyler anlatıyordu:
— Böyle onu ince ince keseceksin ama çok hırpalarsan ziyan da olur, tadı da kalmaz. Hemen öyle ince ince keseceksin, yemeği çıkarmadan hemen üzerine… Of!
— Gider diyosun.
— Ne gideri Mehmet Amca, bitmesin diye çabucak doymak istersin ki yarına da kalsın! Sen beni dinle ama dediğim yerden al. Hani o çilingirin arkasındaki dükkândan…
— Bildim.
— Hani karşısında da Saatçi Emrah var. Babası köprüden atlayıp intihar etti geçende hani.
— Bildim bildim.
— Oradan al, yap yemeği, sonra bul beni. Garanti kötü bir şey söylemezsin.
— Yok canım, iyisiyle kötüsüyle nimet her halde tatlıdır acıkan cana. Ama sağ ol bak, severim ben öyle yeni şeyleri öğrenmeyi. Hep aynı hep aynı… Ha kuru fasulye ha mercimek, ha pilav ha yahni… Nereye kadar?
— Doğru valla haklısın. Öğrenmek lazım, her yaşta her şeyi.
Esat evine giden yola saptı. Kendi evine giren Mehmet, yorgunca döşeğe attı kendini. Uyandığında güneş yine ufuktaydı. Havada şahane bir kızıllıkta boğulan bulutlar vardı. Ceketin ve yorganın altında boğulmuştu, terliydi. Yine aynı rüyayı ve yine onu görmüştü. Ne zaman geçecekti yası?
Saat sekiz civarındaydı.
— Koca günü heba ettik, diye mırıldandı.
Su içmek için masadaki bardağa uzandı. Bardağın kenarında bir sinek dolaşıyordu. Bir dakika kadar sineğin araştırma yapmasını izledi. Ardından, uygun bulduğu bir zaman sineği suya itti. Ne olduğunu anlayamayan açgözlü sinek suya hapsoldu ve yüzeyde debelendi durdu.
Bahçeye çıktı. Asmaların tente gibi gölgelik yaptığı sundurmasında güzel bir yel esiyordu. Sundurmanın orta yerindeki muşamba örtülü masanın üzerinde bir yazı gözüne çarptı. Mavi muşambada, koyu mavi tükenmez ile bir telefon numarası yazılmıştı ufacık. Cebinden cep telefonunu çıkarıp tuşladı numarayı. Dıt… dıt… dıt… Açan yoktu.
— Çekmiyor herhalde, dedi ve bahçede gezinerek aradı. Bir yerden ince bir melodi duydu, kulak kesildi. Telefon hâlâ çalıyor, o çaldıkça melodi de artarak duyuluyordu. Arka bahçede, yeni çiçek açmış kabakların arasından geliyordu ses. Bitkilerin büyük yapraklarını araladı ve kuru toprağa saplanmış bir cep telefonu buldu. Telefonu aldı eline. Çalmaya -hâlâ- devam ederken üzerindeki toprağı silkeledi. Telefonun ufak ekranını yakınlaştırdı gözüne:
“ARIYOR: Mehmet” yazıyordu. Ağlamaya başladı kendini tutamayıp. Dizleri üzerine çöküp dövüne dövüne… Sonra yine akşam olurken aldı başını, karısının mezarına gitti. Bayırı çıktı, tarlaların arasından geçti. İnce ve ıssız bir yolu yürüyordu. Kim bilir hangi şehirlere gidiyordu bu yol, hangi insanlar yaşıyordu üzerinde?
Mezarın başında da epey ağladı. Sanki duyacakmış gibi, telefonu bulma hikâyesini anlattı toprağa. Taze kazılı mezarın yanına uzandı, ceketine sımsıkı sarıldı. Gece böyle geçti.
Tan vakti eve dönerken ceketi biraz daha eprimişti, saçı biraz daha ağarmıştı, gözleri biraz daha şişmiş ve kederlenmişti. Hatta saçları bile daha seyrekti artık. Yüzü daha renksiz, yaşı daha ölüme yakın bir yaştı.
Bu sefer köyü ve ovayı izleyerek yokuşu inerken yanında kimse yoktu.
Etrafa bakınırken yolun kenarında bir kere ısırılmış bir ahlat armudu gördü, çürüksüz ve yer yer kabuksuzdu. Üzerinde yüzlerce karınca vardı.
Yoluna devam etti. Güneş ufukta bir yerlerde olmalıydı.