Zaman nasıl da her şeye rağmen ve olması gerektiği şekilde geçiyor.
Havada hafif bir rüzgâr, temmuz güneşi tatlı sert varlığını hissettiriyordu. Bir süre akıntıya karşı yüzmeyi denedim. Dalgaların üzerinden akıp gitmeyi, oysa ilerleyemiyordum. Yine de tuzlu suyun tenime değmesi, akışkanlığı hissetmesi güzel geliyordu. Yirmi dakika sonra dalgalardan yoruldum ve kumsala doğru yöneldim. Islaklığımı havluya bırakıp kumların üzerine serdiğim hasıra boylu boyunca uzandım. Güneş, varlığını yavaşça hissettiriyordu. Saçlarımdan omuzlarıma, sırtıma, tenimde sıcaklığını hissediyordum. Biraz daha aşağıya, kalçamdan bacaklarıma ve ayak bileklerime esintiyle kumların hareketlenmesi anda kalmamı sağlıyordu. Kollarım, başımın ağırlığını taşıyor; gözlerim kapalı, yüzü koyun yatıyordum. Boylu boyunca uzanmak; içimde gitmek, uzaklaşmak, tam da böyle sırt çevirmek her şeye isteği uyandırmıştı.
Ne denizde açılırken hissettiğim kadar özgür hissediyordum karada ne de kumsalda olduğu gibi sırt çevirebiliyordum duygulara. Denizden gelip tırnaklarıma bordo ojeler sürdüm. Üzerlerine bir de sim ekledim. Simli ojelerim parlak, çok severmiş gibi hayatı, canlı…
Oysa bilmediğim bir sokakta, dilini bilmediğim insanların yanından geçip yürürken canlı hissediyordum o tatilde. Yabancı bir ülkede olmak, kimseyi tanımamak, dünyaya bir kapıdan açılır gibi özgürleştiriyor insanı. Özgürlüğün heyecanıyla geçen bir iki gün sonra onunla buluşmaya karar vermiştim. Şehri bir kez de birlikte gezecektik. Sarnıcı görmek için sırada beklerken yanında çocuk neşesiyle duruyordum. Fark etmiş olacak ki gözlerimi ondan uzağa çevirince aniden omzumdan öpmüştü. Palmiyelerin sıralandığı sokakta, birinin altında durunca içimde yükselen sevinçle boynuna sarılmıştım. Gün batarken, gece, gün doğmadan hemen önce birlikteydik. Arzu dolu bakışları, göz bebekleri büyüyordu bana bakarken. Oradan hiç gitmek istemiyordum, oradan hiç gitmek istemiyordu. Her tatilin bir sonu var tabii, o günün de…
Gündüz düşlerinden uyanıp etrafıma göz gezdirdim. Simli ojenin canlılığı, geçen yazı canlı bir anı gibi önüme sermişti. Sarı duvarlar, İran kilimi, eskitme sehpa, üzerinde simli oje ve soğuk biram işte hayatım önümde duruyordu. Birayı alıp balkona geçtim. Özlediğim duygulara sırt çeviremedim, belki de cam kırıklarına basmamaya çalışır gibi geçmeliydim özlem hislerinden. Geçemedim, bilgisayarın karşına geçip boş bir sayfa açtım. Önce sayfaya, sonra ona ve hiç tanımadığım insanlara yazmaya karar verdim.
Cırcır böceklerinin sesi, duvardan sedire zıplayan çekirgenin hareketleri, balkona girip çıkan kedi mırıltıları, komşu evlerden insan sesleri, okey taşları, çocuk oyunu bağırışları, ana caddeden geçen arabaların köşeyi dönerken frenlemeleri, karanlık yollar, denize çıkan, ışıksız karanlık yol, gök yüzünde yıldızlar ve dolunay, denizde yakamoz… Özleyeceğim ve özlediğim her şeyi yazmak istiyordum. Unutmak istemediğim ve unutacağım her şeyi…