Evet...

Bugün içerisinde aklıma düşen bir soru vardı. “Neden?” dedim. “Neden yazarların değeri, yazdıklarının kıymeti ölümlerinden sonra anlaşılıyor?”

Sonra aniden durdum. Böylesine bir soru üzerine alelade düşünmek istemedim. Böylesine bir soru üzerine “yazarak” düşünmek istedim. Ellerimin altında var olan harflerin beni hangi paragraflara sokacağından, hangi deryalara doğru götüreceğinden bihaber olduğumu belirtmek isterim. Umarım sonu güzel biten bir düşünce eylemi olur. Öyleyse başlıyorum.


Yazmak...

Bu kelime her insan için aynı manaya gelmez, kimisi için basit bir harf birikintisidir kimisi için derin bir kuyu. Kimisi için bir dert ortağı, kimisi için bir korku belki. Derin veya sığ birçok anlam çağrıştırır.

Benim için derin anlamlar taşıyor fakat şu an bir tanım daha buldum üzerine düşündüğüm soruyu ele alarak.

Yazmak bir gömüydü bazen. İçerisinde altınlar taşıyan bir gömü. Altınları bulanı zengin edecek, hayatını değiştirecek ve yüksek ihtimalle hayatına hem renk katacak hem de zehirleyecekti. Fakat düşününce yine şimdi farkına varıyorum tam olarak bir gömüye de benzetemezdik, değil mi? Çünkü yazarlar onu özenle saklamak istememişlerdi hatta belki birçoğu göz önünde olması için çabalamıştı. Bu sözleri yazarken zihnimde bir meydanın ortasında elinde gömüsüyle oradan oraya koşturan, önüne gelen her insana elindeki gömüyü göstermeye çalışan bir adam canlandı. Yazarları bu adama benzetiverdim şimdi. Elleriyle doldurmuşlardı o gömüleri. Sonra gitmek zorunda kaldılar, çoğu çabası boşa gitti sandı ve elindekini bırakıverdi bir köşeye. Aradan zaman geçti, yıllar hatta belki yüzyıllar geçti biri buldu o gömüyü, fark etti. Hayatı değişti, renklendi, zehirlendi. Görenler hayret edip arayışa geçti, böylece diğer gömüler de fark edildi.

Böylesine tuhaf bir film yayınlandı zihnimde. Garip sulara girdik, iyi mi? Şimdi nasıl çıksak bilemedim. Fakat her yazar da uğraşmamıştır bunu da atlamamak lazım. Kimisi de sahiden göstermek istememiştir gömüsünün içini. Bazı yazarların gömüsündeki altınlar tamamen zehirlidir çünkü. Yine de bulunurlar işte. İnsanoğlu her bulduğu gömüyü zenginlik zanneder çünkü. (Burada ufak bir ara veriyorum.)


Geldim ve merak etmeyin bu kısa arada asla yazacaklarımı düşünmedim. Planlı bir yazı olsun istemiyorum çünkü. Bilinmezlik her zaman kötü bir sonuç mu verir, bunu da öğrenmeye çalışıyorum bugün.

Evet, nerede kalmıştım? İnsanoğlu her bulduğu gömüyü zenginlik zanneder. Fark edemez çoğu zaman zenginliğin altından sızan zehri. Burayı tam olarak düşündüğüm suale bağlayabilir miyim emin değilim fakat devam edeceğim.

Zenginliğin altında yatan zehir...

Bu zehrin içine düşen fazlaca tanıdığım var fakat ben yazarların gömülerinde var olan zehri açıklamaya çalışacağım size, kalemimin yettiği yere kadar tabii.


Bilirsiniz insanlar her daim hoş şeyler yaşamazlar, her ne kadar sonsuz huzuru ve mutluluğu isteseler dahi bu, bu dünyada pek mümkün değildir. Hâl böyle olunca yaşanılan huzursuzluklar ve hüzünler kaçınılmaz olur hayatlarımızda. Çoğu zaman biriktiririz bu huzursuzlukları. Bir yere kanalize edemeyiz öylece kalır yüreğimizde. İşte bu birikintiler zamanla zehre döner. Kimi insan kırıp dökerek atmaya çalışır, kimisi öfkesini kusarak çevresine, kimisi kendini yaralar zehri söküp atmak için. Yazarlar da yazarak atarlar işte... İçlerindeki zehri yazarak kusarlar. Bu yüzdendir ki her gömü renk katmaz hayatımıza, bazen zehirler. Bazen okuduğumuz gömüyle öylesine hemhal oluruz ki kendimiz yaşamışız gibi hissederiz. İçinde buluveririz kendimizi renklerin ve zehirlerin içinde. İşte... Anlatmaya çalıştığım şey buydu. Hâlâ anlatabildiğimden emin değilim.

Neyse zehir kısmını bir kenara bırakıp insanların neden gömüleri ellerindeyken yazarları göremediğine dönelim. İtiraf etmek gerekirse bu suale uygun ve tatmin edici bir cevap bulabileceğimden şüpheliyim. Çünkü bunu da şu an fark ettim, bu yalnızca yazarlara has bir durum değildi, biz insanlar hep böyleydik işte, hep kaybedince... Hep sonradan... Hep yarı pişmanlık ve hüzünle yaşıyorduk. Yazarları o zaman fark etseydik ne hoş olurdu, bir düşünün! O renklerin ve zehirlerin sahibiyle oturup konuşabilme fırsatını kaçırdığımızı kaybedince fark ettik. Bizi seven insanların değerini de o insanları kaybedince öğreniyoruz, keşkelerle dolu yaşam sürmeye o kadar alışmışız ki! Her gün yüzlerce kez yakınan insanları duymamıza rağmen yaşantımızı değiştirmek bir şeyler bizden gidince, birileri hayata sonsuza dek veda edince ancak mümkün olabiliyor. Hatırlarım, kendime ne kadar çok söz verdiğimi. Yaşarken fark et insanları diye, yaşarken sev, yaşarken konuş. Ne kadar tutabildim o sözleri, bilmiyorum. İnsanım işte. Mayamda unutmak var. Neyse ki tekrar hatırlamış oldum bu sayede ve sözümü yeniliyorum sizleri şahit tutarak.

Yaşarken seveceğim, yaşarken fark edeceğim, yaşarken konuşacağım.

Konuyu oldukça saptırdığımı fark ettim. Sanırım berbat bir yazı oldu. Ama hep kendime şunu hatırlatırım, bir gün yazdıklarıma ihtiyacım olacak ne kadar berbat olursa olsun. Mazur görün, olur mu?


Dipnot: Sanırım bilinmezlikler genelde kötü sonuç doğuruyor.