Kumbaracı Yokuşu’nun kendine has bir havası vardır. Tam bir geçiş noktası; yukarıda Galatasaray Lisesi’nin tarihi taş duvarları, aşağıda İstiklal’in gürültüsü. Yokuşu inen çıkan insanların aceleci adımları, buraya hayat verir. Bir köşede oturmuş çayını yudumlayan simitçi, biraz ileride, eski püskü bir tezgâhla birini bekleyen bir satıcı. İşte tam burada karşılaştım onunla: Yelkovan Mustafa.
Ama bu sefer saatler yoktu. Önünde bir tezgâh vardı, ama üzerinde çoraplar diziliydi. Rengârenk, desen desen, kimisi futbol takımı logolu, kimisi simli... Mustafa’nın yüzünde tanıdık bir asabiyet, ama bu kez biraz daha yorgundu.
“Amca!” dedim, gülümseyerek. “Yine mi buradasın? Saatlerin pili mi bitti yoksa?”
Mustafa, başını kaldırıp bana baktı. Gözleri devrildi. “Ulan yine sen mi? Caddeyi bırakıp buraya mı geldin?” dedi, eliyle bir çorap çiftini düzeltirken.
“Ee, bir uğrayayım dedim,” diye lafı uzattım. “Ama bu sefer saat değil çorap satıyorsun. Hayırdır, amca? Zamana mı küstün?”
Mustafa, bir çorap çiftini havaya kaldırdı. “Bak, bu çorap karımın eniştesinin batırdığı firmanın malı. Zaten işler güçler sarpa sarmış, bir de karım dedi ki: ‘Eniştemin malları elimizde kalmasın, sat şunları da bari işe yara!’ Al işte, başladım!”
Gülmemi tutamadım. “Yani, saat işini bırakıp şimdi çorapla mı savaşıyorsun? Peki karın nerede? Dilinden kaçmak için mi buradasın yine?”
Mustafa elindeki çorabı bırakıp iki elini beline koydu. “Evlat, bu sefer dilinden kaçmadım. Kadın beni buraya kendi gönderdi! Ama dilinden kurtuldum mu? Hayır! Akşam eve gidince yine cırlıyor. ‘Kaç tane sattın?’ diye sorup duruyor. Ulan, evde bir de satış raporu veriyoruz!”
Kıkırdadım. “Amca, karın seni epey işin içine sokmuş. Peki, bu çoraplar satılıyor mu bari?”
Mustafa, oturduğu yerden kalkıp bana doğru eğildi. “Satılmaz mı ulan? Ama herkes pazarlık yapıyor! Bir tanesi geldi, iki çift aldı, on lira eksik verdi. Dedim ki: ‘Oğlum, bu çoraplar futbolcu çorabı, ter tutmaz, ayağı kokutmaz!’ Adam dedi ki: ‘Abi, ayağım kokmuyor zaten, bana daha ucuza ver!’”
Kahkahayı bastım. “Amca, senin karın bu işleri iyi biliyor galiba. Seni pazarlamacı yapmış resmen!”
Mustafa bir adım geri çekilip sinirle söylenmeye başladı. “Kadın beni bitirdi, evlat. Eskiden dükkan vardı, saatti, işkembeydi, geçinip gidiyorduk. Şimdi batan geminin mallarıyla uğraşıyoruz. Geçen gün karım dedi ki: ‘Eniştemin mallarını bitir, sonra kendi işine bak!’ Ulan, kendi işim ne, ben de bilmiyorum artık!”
“Amca,” dedim, yüzümdeki sırıtmayı bastırmaya çalışarak, “bu kadar şikâyet ediyorsun ama bence senin karının bir bildiği var. Seni burada halkla kaynaştırıyor!”
Mustafa, bir çift çorabı burnuma doğru salladı. “Halkla kaynaşsam ne olur, evlat? Çorabın teki satılmasa, karı evde beni kaynatıyor zaten!”
“Peki, çoraplar satılınca ne oluyor?” diye sordum.
Mustafa derin bir nefes aldı, gözlerini gökyüzüne dikti. “Çoraplar satılınca, karı yeni mallar alıyor! Yine gönderiyor beni buraya! Bitmeyen bir döngüye girdik. Cehennem azabı dediğin böyle bir şeydir!”
Gülmekten gözlerimden yaşlar geldi. “Amca, bence senin karın büyük stratejist. Seni bu yokuşta diplomatik görevde çalıştırıyor. Hem sosyalleşiyorsun hem de para kazanıyorsun. Şanslısın valla!”
Mustafa, tezgâhtaki çoraplardan birini alıp bana fırlatır gibi uzattı. “Al şunu da git! Karının stratejisini anlamış madem, seninle çorap pazarlığı yapmayacağım. On lira, hadi yol al!”
“Amca, senin karının hakkını yemeyelim. İki çift alayım, on beş lira vereyim!” dedim.
Mustafa bana bir süre baktı, sonra gülümsemesini bastıramadı. “Ulan, iyi tamam. Hadi git de karıya ‘bugün de sattım’ diyeyim. Ama bak, ayakların kokarsa geri getirme, ben garanti vermem!”
Elimde çoraplarla yokuşun aşağısına doğru yürürken, Mustafa’nın arkamdan homurdanması hâlâ duyuluyordu: “Ulan hayırsızlar, bir de pazarlık yapıyorlar! Çorap işine de bulaştık ya, helal olsun bize!”