"Dur yapma!" diye bağırdım.


Titreyen bedeni tamamıyla irkildi. Kafasını bir anda sesime doğru çevirdi. Kısık gözleri, bükük dudakları ve ağlamaklı, çatallanmış sesiyle beraber bana doğru bakarak şunları söyledi: "Ben, ben... Güneşimi kaybettim. Güneşim, ışığım olmadan yaşayamam. Şu anlamsız zırvalığı neden bitirmeyeyim? Bu acı bedenimden nasıl gider? Bu toprak nasıl özüne döner? Söylesene he... Nasıl? Gidecek bir yeri olmayan, kafasını dayayabileceği bir omuz bulamayan, kendi gözyaşlarını kendisi silmek zorunda bırakılan birisini ne ile tehdit, ne ile teskin edebilirsin? Söyle bana yabancı, sen kimsin ve beni neden durdurmayı denersin? Söyle!"


Hiddetlenmişti. Elindeki silahı daha sıkı ama daha beceriksizce tutuyordu. Belki de bu benim için bir umuttu. Çünkü belki de ilk kez kendisine inanıyordu karşımdaki kişi. Ömrü boyunca başkalarına bel bağlamış bu insan, işte tam da şu anda kendisi gibi davranmamış ve o büyük uçuruma varmıştı. Ya mutlak değişim onu saracaktı ya da bu doğal değişime ayak uyduramayıp kendi benliğinde kaybolacaktı. Seçim tamamen karşınızdakindeyse onun seçimlerinin sonuçları asla size yıkılamazdı. Ama her insan gibi ben de kendi vicdanımı rahatlatmalıydım. En azından bir 'insan' olarak konuşmalıydım onunla. Hafifçe bir tebessümle baktım gözlerinin içine doğru. Ve bakar bakmaz şaşkına döndüm, çok garipti gözleri. Kahverengi ne zamandan beri bu kadar güzeldi? İçinde kaybolmak istercesine derin bir renk. Hayatın, toprağın rengi hiç bu kadar anlamlanabilir miydi? Bilmiyordum. Derin bir nefes aldım ve göz temasını sonlandırıp gökyüzüne baktım. Gecenin karanlığında o da kararırdı, şimdi ise masmavi duruyordu karşımda. Bütün bu düşünmeler dışarıdan bakıldığında çok kısa ve hızlı bir süreçti belki de ama olur ya ben sanki bütün hayatımı baştan sona izliyor ve anlamlandırıyordum o kısacık sürede. Düşüncelerim toparlandıktan sonra sonunda söze girdim:


"Bu kadar acele davranmadan önce dinle beni ve düşün anlattıklarımı, lütfen. Bir şans ver bana ve benle beraber anlamaya çalış sözlerimi. Düşün, ya güneş sadece fikirlerimizin bir hayali ve arzularımızın bir yansımasıysa... Ya sen aslında hiç kendi hayatını yaşamadıysan ve her şey asıl şimdi başlıyorsa? Daha kendin için yaşamasını bilmeden nasıl başkası için ölmekten bahsedersin? Ellerin titrerken, tüylerin ürperirken, kendini dahi sevmezken sen, nasıl böyle mutlak bir inançla her şeyi bitirmeye cesaret edersin? Evet, belki de sen güçsüzsün! Sen acizsin! Sen korkaksın! Ve sırf bunun aksini ispatlamak uğruna o tetiği çekmeye hazır gibisin. Ama şunu da bilmelisin: Sen bitti demeden bitmeyecek bir oyunun içindesin. Kaçmak yerine savaşmayı da denemelisin. Bırak, fırtına düşsün omuzlarına. Düş yerlere ve çığlıklar at. Sürün gerekirse. Kimse ama kimse bilmesin bunları. Bilseler bile kaçsınlar senden. Kork, ümidini, inançlarını yitir ve işte tam o noktada öl! Sonrasında yeniden doğ, tam bittiğin anda. Her şeyi ardında bırakmış olarak, daha güçlü olarak. Bil bazı şeyleri. Araştır ve inanma ötekilere. Yalnız öldüğün bu günü hatırla ve bir simgen olsun. Ona baktıkça hatırla her şeyi. Nasıl yalnız öldüğünü ve nasıl yalnız doğduğunu. Ve sev sana ait olan her şeyini. İlk önce kendini sev. Sevgi, inancının özü olsun. İlk önce kendine inan böylece. Öğrenmeye devam et. Düştükçe de kalkmaya. Ölmekten de korkma artık, yabancısı değilsin. Renklerin senin olsun. Gökkuşağını çizme onlara ama anlat. Somut kalıplara sığdırma inançlarını, hayallerini, umutlarını, sevgini. Limitin limitsizlik olsun. Aklın silahın, göğsün kalkanın, hayatın sermayendir. Saygı ilk ve vazgeçilmezin olsun. Gülümse insanlara. Öyle ki bakan da gülsün ve hissetsin seni. Acılar mezarlığıdır mimiklerin, o yüzden 'gül'ücüklerle doldurmalısın. Kara İsa'dır adım ve bu sözlerimle şimdi ölüp tekrar şimdi yeniden doğacaksın."


Ve dizlerinin üstüne yığıldı. Gözleri gözlerimde, elleri iki yanda sallanırken korku ve şaşkınlık içerisinde donakalmıştı. Elindeki tabancayı kaldıracak dermanı da yoktu. Düşürdü. Kahverengi incilerini sakladı ve içindeki okyanusu dışarı bıraktı. Akan yaşlar süzülürken topraktan, başı bedenine ağır geldi ve yüzüstü düştü yere. Sessiz sessiz ağlıyordu, yerde yüzüstü yatarken. İşte, ölüyordu... Yavaş yavaş yürüdüm ona doğru. Yanına vardığımda dizlerimin üzerine çöktüm ve nazikçe kafasını kaldırıp göğsüme koydum, saçlarını okşamaya başladım. O sessiz ağlayışları bitmişti. Artık hıçkıra hıçkıra ve çığlıklarla ağlıyordu. İşte, bu da doğumdu. O ne kadar bağırırsa o kadar sıkı sarıldım ona. Kulakları kalbimi dinliyordu artık. Ritme yenik düşen düzensiz ağlayışlar kalbin atışına odaklanıyordu ister istemez. Ciğerlerimin şişip inmesi de onu bu ritme dahil ediyordu. Artık fırtına dinmişti. İçindeki tufan bitmişti. Sonunda bırakmamı istercesine kımıldandı. Kendi iradesiyle ilk kez kalktı ayağa. Bulutların arkasında saklanan güneşe döndü, artık gözüküyordu. O kendisini bulduktan sonra onu terk edip giden güneş bile geri gelmişti. Ama o, eski o değildi artık. Her gündüzün gecesi gelecekti ve o artık güneş için ölmeyecekti, buna değmeyeceğini biliyordu. Gülümsedi ve bana baktı. Bu bakış eskisinden daha farklı, daha güçlü, daha umursamaz, daha derin ve daha anlamlıydı. O an daha iyi anlamıştım. Her doğan ölebiliyorsa her ölen de tekrar doğabilirdi.