(Şimdi şunları anlatacağım. Çünkü bunları zihnimde kendi kendime sayıklamamdan daha iyi bir çözümmüş gibi gözüküyor.)


Bundan yıllar önce “Yerdeniz Büyücüsü”nü okuyor ve M.'nin yanında bir hasta refakatçisi olarak sabahlıyordum. Bir refakatçi olmakta ve sabahı beklemekte kendimce kahramanca haller vardı. Bir alışkanlık olarak durumların aydınlığa çıkacağını düşünüyordum.


Yerdeniz Büyücüsü’nde, Le Guin’in en çok isimlerle ilgili anlatımından etkilenmiştim.


İnsanların, hayvanların, bitkilerin ve her şeyin, sonradan edinilmiş veya takılmış,

bilinen isimleri haricinde  bir de gerçek isimleri var diyordu:


Kendi isimleri.


Bu isimlerin dildeki sesler bakımından bir karşılıkları olması da şart değil. Öyle ki, bu ismi bilmek çok özel bir şey, çok özel bir hak, çok büyük bir güç. Mesela kötülük, keçi çobanı Ged’i, ancak gerçek ismini bildiği taktirde alt edebilir, yok edebilirdi.


Şöyle demeli: Bir insanı tanımak, bilmek, yenmek ya da sevmek için onun gerçek ismini bilmek gerekir.


(Başka türlüsü o kişinin gerçek isminden muaf bir takım avuntulardır.)


Yıllar yıllar sonra, Ursula Le Guin öldüğünde bu zamanları hatırladım. M.'nin ve benim bu zamanlarımızı.


Çünkü o zamanlar, bir yandan da şöyle düşünüyordum:


Bir hastalığı yenmek için de onun gerçek adını bilmek gerekir. Gerçek adını bilmeden, onun ne olduğunu anlayamadan ona karşı doğru silahı kuşanamazsınız.


M.'nin bu sürekli uyku halinde masalsı bir durum yok, doğru ismi bilemiyor, göremiyor, telaffuz edemiyor, bu hastalığı öldüremiyoruz, diyordum.


Keçi çobanı Ged’i yok etmek ve M.'yi öldürmek isteyen kötülüğe karşı biz! Bundan daha kutsal bir savaş düşünemiyorum.


Diyordum ki: Bu hastalığın ismini öğrensek, ismi ile altedilebilir ve bir muhteşem pazar sabahı daha yaşanır.


Portakallar hakkında konuşulur. Müzik dinlenir, M. bana nasıl da aşık olduğunu anlatır.


Ama bir gün hastalığa bir isim koydu doktor, çoklu organ yetmezliği, dedi.


Ve hastalık bizi soğuk bir on dört şubat gecesi yendi.