Yıldızlar ve gökyüzü; kalem ve kağıt.
Yıldızları görmek için kafamı pencereden çıkartmam gerekiyordu. Ama hava hep yağmurluydu. Ben ise parlamak için güneşi arzulayan ay gibiydim. Kan ve ter. Mavi, yeşil, sarı, bulut ve yağmur, kalem ve kağıt.
O kadar çok yağmur yağıyordu ki damlalar, pencereme düşmanın surlarına atılan top gülleleri gibi ve sanki öğle vakti kilise çanının beyni patlatabilecek frekansında yağıyordu. Her bir damla pencereme değil de şakaklarıma çarpıyordu.
Kalemimle bir yıldız çizdim. Benim olan, hiç sönmeyecek, asla bir bulutun kaybedemeyeceği, yağmurlu havada bile görebileceğim bir yıldız. Sonra bir yıldız daha. Bir yıldız daha. O kadar çok yıldızım olmuştu ki pencereye inen yağmur damlaları sıradanlaşmıştı. Artık şakaklarıma çarpmıyor, beni hiç mi hiç rahatsız etmiyorlardı.
Birinci, ikinci ve üçüncü gün; dün, bugün ve yarın. Parlamayan yüzlerce yıldız ve ben.
Bal mumundan edindiğim onlarca sevgilim vardı. Ancak hiçbiri konuşmuyordu. Ve verdiğim tepkilere kayıtsız kalıyorlardı. Onlarca sayfa gökyüzü çizebilir, hepsine sahip olabilirdim. Ama ne kadar yıldızım olursa olsun, dünyadaki tüm ağaçlar birleşip kağıda dönüşse de tek bir yıldızım bile parlamıyordu.
Yağmur dinmişti ve güneş veda edip yerini geceye bırakıyordu. Bir yıldız belirdi ve sadece oradaydı. Mesele sahip olmak değildi. Mesele azlığı ya da çokluğu değildi. Özgürdü ve parlıyordu. Canlıydı ve yaşıyordu.
Sabah oluncaya dek o tek yıldızı seyrettim. Ben de oradaydım. Özgürdüm ve parlıyordum. Canlıydım ve yaşıyordum.
02.06.2020