Boşlukta uçuşan küller, güneş altında yeniden dile geliyordu. Satırlarca yazdığım mektup soğuk parmak uçlarımı okşayıp havaya karışırken birkaçı denize dokundu. Zihnim bir çöl kadar kurak ve ıssızdı. Gök; sahip olduğu tüm ışığı tapınaklara, kiliselere, betonlara, sıcak et parçalarına yansıtırken var olan her şey gözlerimde küçüldü ve yok oldu. Tenimde hissettiğim ıslaklık, benimsediğim tüm duyguların üstüme yağmasıydı belki de. Bu dünya kimisi için bir şato, kimisi için bir hücre, kimisi içinse araftı. Zihnimizin sınırları içine kurduğumuz, gerçeklikten uzak olanın belirlediği bir şeydi bu. Gözlerim usulca göğe dokundu ve tüm dünyayı göz kapaklarım arasında buldum.
Her şey güneşin kayıp olduğu bir günde aniden yok oluvermiş, bu ıssız çölde ellerimde bir hiçle kalakalmıştım. Zihnimi süsleyen onca anı canlarını Aya bağışlamış gibi sessiz ve sakindi. Ne kalıyordu yaşananlardan geriye, o korkunç yalnızlıkta anlamıştım. Dudaklarında kuru bir tebessümün bıraktığı burukluğun, duyumsamak istediğin tüm süslü kelimelerin, düşüncelerin, inançların; koca bir yer kaplamış gibi görünen her şeyin; aslında bir sonbahar sabahı, kahverengilerin sarıları öptüğü, kırmızıların vişneye çaldığı o renk cümbüşünü yutan bir sisten ibaret olduğunu anladığımda ellerim uçup giden hayatımın eteklerine tutunmak istermiş gibi havada süzülmüş ve o zaman tüm yaşananlardan geriye bende ne kaldığını öğrenmiştim. Ruha göre değişirdi bu. Hayattan bana bir kelime de kalabilirdi bir roman da. İkisini de oluşturan benim parmaklarım ama anlam yükleyen ruhumdu. Ne kadar okursak o kadar okunuyor ne kadar yazarsak o kadar siliyor ne kadar konuşuyorsak o kadar susuyorduk. Bana göre hayatın anlamı buydu ve birkaç hecelik kelimeyi ya da sayfalarca romanı yazan da bu zıtlıklardı. Ne kadar çok doluyorsak aynı ölçüde tükeniyor ve tüketiyorduk. Her şey zıttıyla var oluyordu, belki de evrenin yok olması aslında yeni bir varoluşun yansımasıydı, tıpkı anılar gibi. Çeşitliklerle yükselen ve en sonunda yıldızlara bulaşan her hayat bizden ne koparırsa o kadar yaşanmaya değer oluyordu. Yaşam değer kazandıkça her şey kirleniyor, köreliyor ve acımasızlaşıp insanlık denen kavramı yok ediyordu. Büyük bir döngü içinde sürüklenen bu çelimsiz hayatlara dünya bir kez daha acımasızca davranacaktı ve o zaman yıldızlara dokunan her ruh; denizin sıvadığı kum taneleri kadar ufalacak, her şey sönecek ve sonsuza dek uykuya dalacaktı.