10 Mart Salı günü, yine monoton bir güne uyanmıştım. Hayatımda son iki yıldır hiçbir değişiklik yoktu. Her gün, döngüye alınmış şarkı gibi başa sarıyordu. Uyanma şeklim, yatağımın karşısındaki darmadağın masa, hiç okumadığım onlarca kitap, annemin dökülen saçlarını biriktirdiğim minik kavanoz. Hepsi alışmış gözlerle tüm gece beni seyretmişti. Odamın karşısındaki banyoya yüzümü yıkamak için birden ayağa kalktım. Fevri hareketimin sonucu yaşadığım vertigo bana haz veriyordu. Sarhoş edasıyla duvarlara sürünerek banyoya girdim, yüzümü yıkadım. Yılların yüzüne tecrübeler çizdiği dedem, her günkü gibi küçük odada televizyonu yüksek sesle izliyordu, kulağıma bir cümle takıldı: ‘’Dünyada 4 bin can alan Koronavirüs’ün Türkiye’deki ilk vakası görüldü!’’

 

Beynim, düşünce işçilerini mesaiye başlatmakta aceleci davranmıştı. Belli belirsiz ölüm korkusu bütün bedenimi sarmış, tüylerim çoktan diken diken olmuştu. Bitkisel hayatta, simsiyah bir portrede yaşıyorken bile, ölmekten korkmak tuhaf gelmişti. İzlemekten nefret ettiğim televizyonun başına meraklı gözlerle oturup pürdikkat dinlemeye koyuldum. Daha önce hiç duymadığım bir virüs, 119 bin insana ulaşmış, toprağa çoktan 4 bin can hediye etmişti. Pirelerden sonra yarasalar da insanlığın köküne balta vurmak için kolları sıvamıştı. Virüs, bilim insanlarına aşısını bulmak için yoğun mesai, kronik hastalara ölüm tehlikesi, benim hayatıma da tarif edilemez bir hareketlilik getirmişti.

 

Günler geçmeye devam ederken insanların elleri, hastalığa karşı armut topluyordu. Avrupa’nın üçte birini yok eden kara ölüm, belleklerin tozlu raflarından tekrar gün yüzüne çıkmıştı. Televizyon, hastalığa karşı oryantasyona başlamıştı. Vaka sayıları ve ölümler hız kesmeden katlanarak devam ediyordu. Çin’in tüm dünyaya bedava ihraç ettiği ölüm makinesi, tedbirsiz alanlarda kol geziyordu. Sokaklar, ameliyathaneden fırlamış gibi maskeli insanlarla doluydu. Birden illegal haber sitelerine girme fikri aklımı çeldi. Durum her zamanki gibi, televizyonun söylediklerinden çok daha vahimdi. Gördüklerime inanamamıştım, hastane koridorları cansız bedenlerle doluydu. İran’da ve Amerika’da hastalık sebebiyle ölen insan cesetlerini yüzlerce kamyon şehrin dışına taşıyordu. Profesörler, din adamları ve bürokratlar elleri kolları bağlı bir avuç bilim insanının üzerinde çalıştığı ilaca bel bağlamıştı. Tablo gittikçe daha korkunç bir hal almaya devam ediyordu. Çekilen görüntülere baktığımda, insanlar önlem almamakta ısrarcı bir tutum sergiliyordu. Toplum, cinayet işlemekten çekinmiyordu.

 

Türkiye, 12 Eylül’den sonra ilk defa sokağa çıkma yasağına merhaba demişti. İki yıldır dört duvar arasında konserve kıvamına gelen ben gibi, çıplak gözle görülemeyen bir virüs tüm insanları evlerine tıkmayı başarmıştı. Artık herkes benim gibiydi. İnsanlar her ne kadar kurallara uyarsa uysun, mutlaka komplo teorilerine inanıp önlem almayan kişilerin avamlıklarına şahit oluyordu. Bu tip insanların tek bilgi kaynağı olan Facebook, cahil kesime yalan haberlerin çoğalmasına imkân tanıyordu. Bütün bunlar yaşanırken doğa binlerce yıldır insanların mahvettiği uzuvlarını iyileştirmek için kolladığı fırsatı yakalamıştı. Caddelerde üreten ve kullanandan başka hiçbir şeye fayda sağlamayan arabalar yerine; dağdan inen yabani keçiler, ayılar, kurtlar vardı. Vapurların trafiğinden sonra derin bir nefes alan yunuslar ise gülüşerek suyun üzerinde raks ediyordu. 

 

Ve şimdi Dünya, virüsün yapısını çözmeye çok yaklaşan genç bir bilim insanının başından vurularak öldürüldüğünü konuşuyor. Bu durum beni de düşünmeye itti. Acaba veba, ebola, tularemi gibi Koronavirüs de biyolojik bir silah olabilir miydi? 7.5 milyar insanın hayatı, güç sahibi devlet veya şahısların eline oyuncak mı olacaktı? Kendi çabasıyla var olmayan homo sapiens, milyarlarca farklı tür canlının hayatı için büyük bir tehditti.

 

Zamanla her şeye alıştığımızı da gözlemliyorum. İlk kaybın verildiği gün kamera karşısında gözyaşları döken bakan, geçen zamandan güç alarak yüzlerce insanın ölümünü normal bir şekilde açıklayabiliyordu. Uzmanlar hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, bu virüsün ortaya çıkması gelecek daha büyük felaketlerin habercisi olduğunu söylüyordu. İlk vakanın üzerinden neredeyse yedi ay geçmesine rağmen ilaç konusunda hâlâ bir arpa boyu yol katedemeyip çareyi virüsten saklanarak bulmuştuk. İnsanlık olarak soyumuzu devam ettirebilirsek elli yıl sonra canını kaybeden yüz binlerce insan, kapitalizmin yediği darbe, işsiz kalan insanlar, televizyonda yapılan binlerce açıklama, komplo teorileri, stokçular, tüm Dünya nüfusunun eve tıkılması ve daha niceleri yalnızca birkaç sayfayı dolduracaktı. Tarih bunun en büyük göstergesiydi. En büyük acılar, mutlaka bir gün unutup yerlerini daha büyük felaketlere bırakacaktı. Tarih, insan temalı hiç bitmeyecek bir hikâyenin ta kendisiydi.


Fotoğraf: F. Dilek Uyar