İsimsiz 1- Sabah 6.30 da çalan alarmı 10 dakika aralıklarla 7.15’e kadar erteledim. Ertelemeye devam edebilirdim fakat bugün sendrom yok dediler. Hayatımı ertelemeyi ertelemem gereken bir güne uyandığımı uyandıktan 1 saat sonra öğreneceğim olması da henüz aymamış günün cabası oldu. Günün cabasının karanlık olmasının elinden tutup kaynayan suyun fokurdamasıyla oynadılar mutfak ortasında. Bu girizgâh kadar karmaşık fakat yazması oldukça eğlenceli pek az şey var artık zamanın içinde. Mesela sabahlar, sabah olmamaya inat eden gece gibi. Çünkü o sabah olması gereken saati biliyor ve istediğim saatte doğuracağım güneşi diyor. Sen istediğin kadar sabah 6 diye inat et diyor Dünya’ya. Henüz Dünya’nın boğazını kesen olmadı. Fakat yapısı bozuldu tabi. Buna fiziksel şiddet diyebilir miyiz? Pek tabi deriz. Ağacı, çiçeği kesilip de üstüne beton dökülüyor buna şiddet de denmez buna tecavüz denir. Tecavüz bir şiddet değildir kalleşçe saldırıya uğramaktır. Bunları düşünürken çalışmak zorunda olduğumu bilerek gidiyorum kesilen ağaçların, koparılan çiçeklerin üzerine dikilen binaya. İçinde hâlâ inatla yeşeren yeşiller, renk renk çiçekler var. İstediği saatte doğan Güneş’in inadıyla sokaklarda yeşeren ağaçlar, açan çiçekler. Bugün sendrom yok. En çok bugün yok!


İsimsiz 2- Sabahın 9’u. 2024 yılı Kasım Ayı. Günlerden Pazartesi. Bugün bir bana sendrom yok! Göğün rengi kıştan gri. Güneş bulutlarla ısınıyor. Gökyüzünde, “Bugün içimde bir sıkıntı var” bulanıklığı var. Ruhuma sirayet ediyor. Mutfaktayım. İşine giden gitti, okuluna giden gitti. Yediler, içtiler gittiler. Ama içimdeki sıkıntı gitmiyor. Gökyüzüne bakamıyorum. Gidenlerin bıraktıklarını topladıktan sonra bir kahve yapıyorum. Mutfak penceresinden karşıdaki evleri seyrediyorum. Aklıma küçüklüğüm geliyor. Küçükken evlerin içinde neler yaşandığını hayal ederdim. Işıkları yanana da yanmayana da. Penceresi açık, balkonunda çamaşırları olana da bakar bakmaz içimi ürpertene de. Hiçbirinin hikayesinde “bugün içimde bir sıkıntı var” olmazdı. Kahvenin yarısına gelmişken bugünün yine dünden farkı olmadığını fark ettim. Eskiden her günümde bir heyecan vardı. Eskiden sabahın ilk ışıklarında evden çıkan ben olurdum. Eskiden pazartesi bana da sendromluydu. Şimdi sadece gökyüzü böyle olunca içime bir sıkıntı düşüyor. Bugün ne yemek pişirsem? Kahve de bitti. Bu sıkıntı bitmedi. Acaba bizim eve bakan bir çocuk nasıl bir hikâye yazıyordur?


İsimsiz 3- Hadi benim güzel kızım, hadi annesinin kuzusu bak okula gitmek zorundasın. Kahvaltı da hazır. Hadi annem bekliyorum aşağıda! Günaydın güzel kızım. Bak bu da öğlen yemeğin, muzun, bademin. Karnını doyurmayı unutma tamam mı? Aferin kızıma. Gidince bana mesaj yazmayı unutma!

“Anne, ben okuldayım. Öptüm!”

Her pazartesi sabahımız böyle. Sendromlara boğuluyoruz. Gerçi her sabahımız böyle de diyebiliriz. Zor tabi. Hak vermemek elde değil. Bizim zamanımızda da böyleydi. Her öğrenci böyledir. Şimdilerde daha zor tabi. Bir okula gidiyorsun veli toplantısına sen veli olarak dahi giderken ayakların geri geri gidiyor çocuk yapmasın mı? Çeşit çeşit insanın yetiştirdiği çeşit çeşit çocuk. Dersler desen… Demesen daha iyi! Bir de kız çocuğuysan vay haline. Bazı zamanlar kendi okul anılarımı, kendi çocukluğumu anlatıyorum sonra da üzülüyorum. Ben böyle olacağını bilsem sana bunu yaşatmak ister miydim kızım diyorum sonra da o üzülüyor. Benim annem bana anlattığında ben böyle hissetmezdim. Bu evde 3 kuşak kadın yaşıyor. Üçümüzde zamanının kız çocukları. Yaşamanın giderek zorlaştığı coğrafyaya beraber uyanıyoruz her gün. Ama en zor akşamı beklemesi. Benim sendromumum gün olduğunda değil akşam olduğunda başlıyor.

“Anne, ben otobüse bindim. Geliyorum”

Pencerelerden gizlice bakıyorum, tedirginliğimi anlamasın diye. Saati değil dakikaları sayıyorum saatleri sayar gibi. Kapı zilinin çalmasını bekliyorum çizgi film saatini beklediğim çocukluğum gibi. Ocakta çorba sıcak, soğumadan yetişse bari.


Yukarıda yazılı sabahları olan hayatlar Dünya üzerinde kaç kadına aittir?


A-     Sadece yazılı olanlara

B-     Ben bu yazılı olanları tanıyorum

C-     En az 1

D-     Bilmiyorum

E-      Hepsi


Şıkları bile basitçe yazdım. Yukarıda yazılı olanları derinleştirmedim. Çünkü korktum! Yukarıda yazılı sabahları olan hayatlar dünya üzerinde sayısını tahmin edemeyeceğim kadar çok kadına ait. Ve o sabahlarla başlayan günleri nasıl ilerliyor, nasıl bitiyor? Belki de bitmeden yarım kalıyor! Ben o yarım kalma hadisesini yazmaya korktum. Düşündükçe beynim uyuşuyor. Saat sabah 10. Günlerden pazartesi. Sendromsuz pazartesi! Ben de sabahı ve günün geri kalanını korkarak akşam eden bir kadınım. Benim gibi kaç kadın var? Tahmin edemiyorum. Haberleri okumaktan yoruldum. Yukarıda yazılı sabahların devamında yaşanma ihtimallerini düşündükçe korktuğum için isimsiz yazdığım kadın hikayelerinin, isimleri ile yazılmış yarım kalmışlıklarının telefonumdaki küçük ekrana yansımasından yoruldum. Elimdeki telefonun günün her saati bir gazetenin üçüncü sayfasına dönüşmesi. Ve benim o haberleri sürekli yanımda taşıyor olmam. Bir yanda hayatımı yaşamalıyım arzusu diğer yanda yaşarken utanmalarım. Nefes almanın ağırlığı. Yaptıklarıma anlam yükleyememek. Ben bu yazıyı yazarken dahi Dünya üzerinde bir yerde bir kadının acıyı, korkuyu, eziyeti yaşama ihtimali. Yukarıda yazılı sabahların gününü ve akşamını yazın desem aklınıza gelecekleri yazarken eliniz titremez mi? Aklınıza gelenleri yaşamaktan korkarak yazmaya devam eder misiniz? Yoksa yazılı olan hakikattir diyerek yazmayı bırakır ya da hikâyeyi dönüştürür müsünüz mutlu sonlara? Herkes mutlu sonla biten hikâyeler ister tabi ki. Hele ki yazan bir kadın ve karakter de bir kadın ise. Fakat işimiz acıları yazmak, işimiz isyanları yazmak, eli kalem tutan, dili eğitilmiş, gözleri kitaplara değmiş herkes gördüğünü, duyduğunu, yaşadığını ve hatta yaşama ihtimali olanı yazmalı. Yazmakla kalmayıp bağırmalı. Sadece bu sabah değil, günlerdir her sabah ya da aniden içime sürekli düşen bir sıkıntı var. Elden bir şey gelmiyor cehaleti ve de cesaretsizliği ile tükeniyorum. Şu yazdıklarım dahi bana hem ahmakça hem de korkakça geliyor. Yapılanları izlemeye devam etmekten yoruldum. Bizi ne zaman anlayacağız? Evet, en çok biz bizi ne zaman anlayacağız? Etrafım başıma gelmedikten sonra diyenlerle dolu, yazık üzüldüm diyenlerle…

Buradan Hindistan’a kadar sesim yükselsin istiyorum. Kimilerine göre ya hiç olmamak ya da bir an önce gitmekti belki kadın olmak. Fakat biz var olduk ve gitmiyoruz o halde yaşamaktayken henüz bir köşede oturup beklemek neden?

Belki yazdıklarım saçma, belki yersiz, belki de… Bilemem sizde ne ifade eder fakat bilmenizi isterim ki en basit haliyle ve en sakince yazdığım bu korku, tedirginlik ve öfke dolu bu yazı Antik Yunan’dan bu yana tarih kadınlara yapılan türlü şiddet, saldırı ve adaletsizliklerle dolu olaylar barındırmaktadır. Değişen düzen, gelişen teknoloji kadına karşı olan bakış ve düşünceleri taş devrinden öteye taşıyamamıştır. Uygarlığın sadece yeni bir barbarlıktan ibaret olduğu ve giderek kötüleştiği bu Dünya’da kadın olmak her gün daha fazla direnmek demektir. Yaşama hakkının tüm insanlığa, tüm ağaçlara, tüm hayvanlara ait olduğunu savunan kitaplar ve kanunlarla dolu bir Dünya olsa dahi yaşamak için savaşmak zorunda olan tek varlığın kadın olduğunu unutturmamak ve hiçbir özel güne gerek kalmadan yaşadığımız her gün kadının aile içinde, sokakta, okulda, iş yerinde ve özel hayatında maruz kaldığı şiddete karşı durması için yardım isteme cesaretini vermek ve onu şiddet failinden, şiddetin de ötesinden korumak için elimizden geleni yapmak zorunda olduğumuzu hatırlatmak için “Yazdım Yazmazsam” olmaz yazısı olarak yazılmıştır.

Yaşamak için direnen tüm kadınlara…