Capcanlı bir öğlen üstünün tam içindeyim. Yukarıdan tepeme doğru düşen keskin güneş ışığının hiddetli gazabından bir an için kendimi koruyabilmek adına gölgesine sığındığım ağacın dallarında kuşlar ötüşmekte. Başımı ağrıtmıyor değiller ama herkes kadar onların da konuşmaya hakkı var, diyorum kendime. Hemen sonra masanın üzerinde soğumaya başlamış yarım bardaklık çaya gidiyor ellerim. O an ne oluyor anlamıyorum ama bardağa uzandığımla kalakalıyorum öylece. Hani parmaklarım tam ince belli bardağı kavrayacakken biri gelip de zamanı durdurmuş ve buna engel olmuş gibi. Şaşırıp kalıyorum. İçimde bu sarsıcı, bu yıkıcı ve böylesine yoğun bu hisse ilk başta bir isim veremiyorum. Kuşlar bu arada hâlâ ötüşmeye devam ediyor, belki de birkaçı başka bir ağacın dalları üzerinde, bilmiyorum ama örtüşüyorlar işte. Zamanın biri tarafından durdurulmadığını, aslında bu düşüncenin aptalca bir hurafeden başka bir şey olmadığını hatırlayarak, zamanın durdurulumasının da imkansız olduğunu fark ediyorum tam da böylece. Derin bir nefes alıyorum ve havada öylece asılı kalmış, bana göğe salınmış olan rengarenk bir uçurtmayı hatırlatan titrek ellerime bakıyorum. Ellerime ve parmaklarıma.


Ellerim üzerinde oynaşan ağacın yapraklarının gölgesi, tıpkı bir yanılsama gibi tenim üzerinde bir parıldayıp bir yok oluyorlar. Aslında hep içimde olan bu hissin adı o an bir şimşek gibi zihnimin duvarlarında yankılanıyor. Üç gün öncesinde kalmış bayat bir yemeği mikrodalgaya atıp ısıttıktan sonra mideye indirmek gibi bir şey bu. Soğumuş ama sonra bir gün ansızın ısıtılarak önüne çıkmış. Bunun adına özlem demişler. Özlem. Adını oluşturan harfler ağzımın içinde büyüyor. Öyle bir büyüyorlar ki onları daha çiğneyemeden, ben onları dişlerim arasında özümseyemeden yutuyorum. An geliyor içim patlayacak gibi oluyor ama ben sanki hiçbir şey olmamış gibi usulca ama bir enkazdan hiç farkım olmamışçasına sandalyeme yaslanıyorum. İçimde neresi olduğun bilmediğim ve belki de hiç ait olmadığım o yere karşı bir özlem hissiyle dolup taşıyorum. Öyle ki bu his her hücremi yakıyor ve tutuşturuyor. Allah kahretsin, diyorum dişlerimin arasından tıslarcasına. Ağzımdaki kekremsi tat dudaklarımın etrafına kadar akmış ve özlemin tüm harfleri dudaklarımın kenarına bulaşmış gibi. Böyle hisler hep böyle ummadık anlarda yakalar bizi. Bazen bir çay bahçesinde, bazen bir benzin istasyonunda, bazen ekmek sırasında ve hatta belki de bir tuvalette. Yakamızdan yakalar ve silkelerler bizi. Gözlerimizi indirip şöyle bir ayaklarımızın ucuna baktığımızda görürüz ki bizden dökülenler aslında nasıl da görmezden geldiğimiz hislerimizdir.

ㅤ ㅤ ㅤㅤㅤㅤㅤㅤㅤ

Birine, bir nesneye, yaşanmış ya da belki de yaşanmamış bir zamana, çok acıklı ya da gülmekten benim karnımı yaracak kadar tatlı bir anıya özlem hissiyle dolup taşıyorum. Yarım dakika geçiyor ya da geçmiyor, masanın üzerindeki ellerime bakıyorum hâlâ. Ellerim öyle bir titriyor ki sanırsın dünyam titriyor ayaklarımın altında. Bir bulantı hâliyle baş başa kalıyorum. Kafamın içindeki düşünceler büyük bir çember oluşturmuş da ortalarına aldıkları devce ateşin etrafında dönerek koşuşturuyorlarmış gibi. Beynimin içi faciaya ramak kala bir yer, bulamaç kıvamında. Tamam, diyorum, az sonra kusacağım. Ama kusmuyorum. Kusmadığım gibi hiçbir şey de yapamıyorum. Ellerime bakıyorum. Ellerime ve parmaklarıma. Yapacak daha iyi ve akıllıca hiçbir işim yokmuş ve sanki kendi yüreğimin altında hiç ezilmiyormuşum gibi. Tanrı'nın beni tüm kemiklerimden yakalayarak sarstığını hissediyorum. Diyorum ki: Tanrı'm, ancak senin kutsal(!) ellerin -eğer ki sahipsen ve eğer ki senin de ellerin tıpkı benimki kadar titremiyorsa, haşa- içime dokunabilirse midem ve aklım bu kadar bulanabilir. Sonra daha şiddetli bir şekilde, beni var eden tüm atomik parçalarıma kadar, ince ince ve bir gazaba uğramışçasına kahredici bir karıncalanma ve uyuşma hissiyle çepeçevre kuşatılıyorum. Kulaklarım uğuldamaya başlıyor, kuşların ve etrafımda varlığını sürdüren hiçbir şeyin sesini duymuyorum. Yalnızca arka planda kalan ve sesi çok kısılmış ve hatta ne dediği bile anlaşılmayan bir sese dönüşüyor benim için hepsi. Varım. Her şeyimle varım ama bedensel olarak tüm hislerimi anında kaybetmeye başlıyorum. Gözlerimin önünde annemin ölümüne şahit oluyormuşum kadar sancılar ve acılar içindeyim. Oysa içimde hissettiğim ne varsa hâlâ sıcacık, hâlâ dipdiri ve hâlâ her yanımdalar. Bu nasıl olabilir, diyorum. Deliriyorum. Bu nasıl olabilir, diye tekrarlıyorum. Ellerimi hissetmiyorum, güneşi hissetmiyorum, ayaklarımı hissetmiyorum ve hatta sandalyenin üzerinde dakikalardır birinci dereceden bir yakınlıkla temas hâlinde bulunan kaba etimi bile hissetmiyorum! Az sonra öyle bir an geliyor ki göğüs kafesimi oluşturan ne kadar kemik tanesi varsa, işte onlarla bu özlem denen hissi taşıyamadığımı hissediyorum. Az sonra hepsi en orta yerinden kırılacak ve kırılan ne kadar kemiğim varsa yüreğimi kesecekmiş gibi.


Dişlerimi sıkıyorum. Öyle güçlü sıkıyorum ki, bu güç onları bile kökünden edebilirmiş gibi. Gözlerime kadar sızladığımı hissettiğim zaman ürkütücü güzellikte bir soğuğun bel kemiğimden yukarıya doğru tırmanmaya başladığını fark ediyorum. Omuzlarımı dikleştiriyorum ama yapamıyorum çünkü bu his benim kürek kemiğimi kırmış, benim omuzlarıma çökerek kamburum olmuş, kafamın içindeki sessiz çığlığa dönüşmüş. Gözlerim yanıyor, başım dönüyor, içim faciadan kıyamet yerine dönüşüyor. Tanrı bu kıyamet meydanında kendini gösteriyor ve öyle ki kudretli güzelliği ve ışıltısından dolayı herkes onun önünde diz çökerek bana da diz çöktürüyor. Namağlup ayrılmak istediğim ringte, özlem denen en yakıcı hisse karşı mağlubum. Parmak uçlarıma kadar çığlık çığlığa bir hissin hem katili hem kurbanıyım. Ben bugün, capcanlı bir öğlen üstünün içinden geçiyorken, içimde bastırılmış ne kadar duygum varsa onlar tarafından bir darbe ile kuşatılıyorum. İşte böyle hiç beklemediğim bir anda, çok da güzel ve taze bir günde, sıcacık çayımı yudumluyor ve kuşların başımı ağrıtmasından dolayı mızmızlanıyorken, üstelik baharın keyfini sere serpe, güzelliğini ağzımın tüm kıvrımlarına dağıtarak ve sanki buna da hakkım varmış gibi bunun sefasını sürüyorken, görmezden geldiğim hislerim tarafından akıl almaz ve dayanılmaz bir savaşın tam ortasında buluyorum kendimi. Gardsız, topsuz, tüfeksiz ve çiçeksizim. Özlüyorum. Ve yitip giden bir zamanın içinde ölüyorum.