Hayatı bir tren garının bekleme istasyonuna benzetiyorum.
Elimde alelacele doldurulmuş eşyalarla dolu valizim, öylece bekliyorum. Etrafımdaki insanların boğucu uğultusuna aldırmadan anlamlandırmaya çalışıyorum.
Nasıl? Nasıl bu kadar emin olabilirler bu insanlar? Hiç mi düşünmezler yolda başlarına gelebilecekleri? Hiç mi endişelenmezler? Yolda veya yolun sonunda olacaklardan korkmazlar mı hiç, mesela? Bir kere, koltuklarına nasıl karar verdiler başlangıçta? Bana göre ters olmamalı koltuklar. Ayrıldığı yere bakmak acı verir insana. Cam kenarında otursan bir dert, oturmasan bir dert. Ya manzarayı görmek için heyecanla aldığın koltukta cama güneş vurur da tüm yolculuk zehir olursa?
Hadi hepsini atlattın diyelim, yolun sonunda seni karşılayacak insanların gelmeyeceğinden de mi korkmazlar? En kötüsü ise ters istikamete binmek. Başlangıçta hata yaptığını anladığın ve elinden bir şey gelmediği o an. Yolun sonunda bambaşka bir yerde, yapayalnız yürüyeceğini bilmenin kaygısıyla devam etmek yolculuğa. Daha da siniyorum koltuğuma. İnsanların koşuşturmasından ve yaşanan uğultuya katlanamaz hale geliyorum. Onlara bakamıyorum. Kafamı kaldırmaya cesaret ettiğim anda ise trenin çoktan kalktığını fark ediyorum. sindiğim koltuğun verdiği rahatsızlığı kavramaya başlıyor , büyük bir suçluluk duygusuyla düşüncelerim arasında kaybolmaktan göremediğim gerçekleri anlamaya başlıyorum, her şey için ne kadar geç kaldığımı bilerek.