eskiden okullarda, her hafta cuma günü aynı sırada oturan bir kişi sıra örtüsünü eve götürüp yıkardı.
2006 senesiydi sanırsam.
yetkin, bekir ve ben aynı sıradaydık.
ailenin maddi durumunun kötü olduğu, çoğu zaman okula harçlıksız, çanta yerine elimizde poşet ile okula gittiğimiz,
faturayı öde(ye)mediğimiz için suyumuzun kesik olduğu bir dönemdi.
velhasıl, örtü yıkama sırası her bana geldiğinde soğuk terler atıyordum.
evde ne çamaşır makinesi ne de su vardı!
ablamlar, suyu leğen ile komşulardan getiriyordu.
o da hem içmelik hem de duş almalık oluyordu genelde.
malum çok kardeş
olunca su pek yetişmiyordu bize.
sürekli bir kaygı vardı üzerimizde.
e komşulardan da sürekli su istenmez ki.
ablamlar da haliyle utanıyorlardı artık komşulara gidip gelmekten.
evdekilere "örtüyü yıkayabilir misiniz?" demek lüks olur diye söyle(ye)miyordum.
ya da nasıl bir ruh halim vardı tam anımsayamıyorum.
okulu çok severdim aslında.
yani harçlıksız gidip gelmelerim,
örtüyü yıkamayışlarım, yırtık ayakkabılarım, temizlik parasını vermeyişlerimi dert eden sınıf öğretmenim, bir de çirkinliğim olmasaydı daha çok severdim.
e tabii istediğimiz her şey olmuyor öyle...
dediğim gibi; örtü yıkama sırası bana geldiğinde, pazartesi günleri utana sıkıla giderdim okula.
herkes bahçede dizilmiş güzel güzel sohbet ederken benim kafamın içinde karıncalar dolaşıyor gibiydi.
yoksulluğun getirdiği yoksunluk vardı üzerimde.
bilinmezlik tüketirmiş insanı.
öğretmenimin ve arkadaşlarımın bana vereceği tepkiyi bilmemek de beni tüketiyordu.
yetkin ile bekir, pazartesi günleri tertemiz ve mis gibi kokuyla getirirken örtüyü, ben ise poşette beklemekten nemlenmiş şekilde getirirdim.
en ufak şekilde atlatmak istiyordum bu yaşadığım çaresizliği.
çoğu zaman, öğretmenimden yediğim bir tokat ya da sessizce edilmiş bir küfür ile atlatırdım.
sonrasında ise tuhaf bir şekilde rahatlık çökerdi üzerime.
ne de olsa, "bu hafta da bitti." diye avuturdum kendimi.
öyle değilmiş!
daha yeni başlamışız meğer...