küçük bir su birikintisi
yol üzerinde
serap alıyor gözünü
sıcaktan eriyen lastik kokusu
dalga dalga saçların alnını dövüyor
tütün tarlaları, taze tütün kokusu ve
esen meltem ritim tutuyor her nefeste
keşmekeş doldurulmuş valizler tıklım tıklım
ama yol uzun, meraksız ve bağışlayıcı
yol
perdenin ardındaki papaz gibi
her itirafta
hafifletiyor defterini solundaki
her kilometrede
çantana sıkışan portatif anıların
dökülüyor omuzlarından
gözünde betimlenen pencerenin köşesinden
biraz daha yakından bakınca
sarmaşığa yuvalanmış serçeden
karşı binanın dördüncü katındaki
çiçekli balkonundan uzaksın artık
burnunu sızlatan
gülümsediğin birkaç fotoğraf
geldiğin duvardan söktüğün
şimdi hangi duvara assan eğreti duran
tanıdığın kıyılardan uzaklaşıyorsun
ama
bir sonraki pencereye, sarmaşığa
ve serçenin yuvasına yakınlaştırıyor seni yol
ve
bir sonraki duvarda açılacak fotoğraf boşluğuna
insan, diyorsun
insan
boşluğu doldurmak için
boşluk yaratan
işlemek için günah çıkaran
ve kusuru her defasında tanrıya atan
radyonun frekansını değiştirip sesini açıyorsun
şarkının sesini bastırıyor radyocu
radyocular ve berberler, diyorsun içinden
ne gevezeler
bozkırlar bitiyor
yol ve deniz harmanlanan tütün gibi
esen meltemle beraber genzinde yanık tuz kokusu
kontağı kapatıp radyoya ses veriyorsun
boğulmadan sınırlarını genişletemezsin
iskeleden ayaklarını uzatanlardan değil
kulaç atanların tarafında oluyorsun daima
yuttuğun suyla dalga geçenler
iskeleye aşık
sense maviye
deniz
ne kuvvetli
önce güneşi, sonra yıldızları
omuzlarında taşıyor
bir iskele insan
boğulan denize el uzatmıyor da
taş atmayı tercih ediyor
elini uzatmaya korkanın günahını
papaz çıkarır,
ama kalbinin üzerindeki lekeyle
hangi cennet seni alır?
kağıdımız da keskinliğimiz gibi, elimizi uzatsak
sınırımız yok, deniz’imiz gibi
uzaklaşıyorsun
kontağını çalıştırınca yağmur eşlik ediyor sana
onlar bereket derken
sen
tanrı yüzümüze tükürüyor, diyorsun