Sığamıyorum, sığınamıyorum. Minnet etmemek için sağanağa kabul oluyorum. Bir de bitkilerimi yaşatamıyorum. Bitkilerimi ve bileklerimi. Ve duygularımı. Varlığımı ve varsayımlarımı. Düşüncelerimi ve tutumlarımı. Sevgilerimi, sevgililerimi. Sevgililerimi. Sevgili…
Domuzların evinde oyun oynuyoruz. Balçıktan ev yapacak, çamurda yıkanacağız. Kir belli etmezmiş. Çivi çiviyi sökermiş. Sökmek diyince; ben de sökülüp duruyorum. Kendimi örüyor, kendime örüyor ve dönüş yolunda debelenme dansı öğreniyorum. Aynı yolu bambaşka debelenmelerle deneyimliyorum. Debelenmemek için debeleniyor, sonra öğreniyorum ki yolun kendisi debelenmekmiş. Gönül rahatlığıyla ve bilmenin hafifliğiyle -mi?- debelenmeye devam ediyorum. En sevdiğim dans bu. Varoluşumdaki çatlak, varoluşumdaki lütuf. Sevgili tanrım ve bonkör elleri. Tanrımın müthiş yaratımı, sanat eseri. Aynaya ne zaman baksam kendimle tanışıyorum. Bana ait olmayan, etimde konaklayan biriyle. Hep bir başkası, hep başka bir hikaye. Ne zaman yeni biriyle tanışsam kendimle yeniden tanışıyorum. Hep ben, hep başka bir ben. Bıktım artık. Meraklı ama sıkılgan; çeşitliliğin aynılığından bitabım. Aynadakine nasıl anlatabilirim ki ben olmadığını? Anlatmıyorum tabii ki. Dudaklarını ısırıyorum, bu onun bilmemek için ödediği bedel. E tabii bundan da bihaber. Ağlayıp duruyor. Sızlayıp ve kanayıp duruyor. Kendi sessizliğimde ödediğim bedellerin verdiği yetkiye dayanarak bir yumruk indiriyor ve parçalıyorum onu, yerlere saçıyorum. İşte diyorum; senin gerçeğin bu. İlla ağlayacaksan, otur, ağla. Yarım yamalaklığına ağla. Yirmi yedi parçadan bir tam edemeyişine ağla. Sonra acıyor ve öpüyorum onu, kanlı ve parçalanmış dudaklarından. Benim dudaklarım kanıyor bu kez. Çünkü kırıldı ve yaraladı beni. İstemeden. Baktım ki ikimiz de kanıyoruz ve paramparçayız, üzerinde yuvarlanmaya, onu kendime katmaya ve bir bütün oldurmaya çalışıyorum. Etime alıyorum onu. Parçalanıyorum. Benim fikrimdi. Bütünleşmek için önce parçalanmak gerekir. Kim uyduruyor bunları. Bir şey eksik ama. Bir şey.
Kan kaybediyorum.