Uzaklardan bakıldığında beyaz esarete bürünmüş köyün tüm yolları kara teslim olmuştu. Değil yollar damların bahçesine bile çıkılmıyordu şimdi. Beyaz, tane tane yağan kar damların tepesinde top şeklinde birikmiş, tarlaların üzerinde ise boşluksuz küçük dağ haline bürünmüştü.
Kış çetin bir soğukla köyde ruh gibi gezinmekte, kapı kapı dolaşmaktaydı artık. Havlayan köpekler kendi içine doğru küçülmüş bir şekilde titremekte, kuşlar tüylerini kabartmış, sessizce direnmekteydi. İnsanın içine işleyen rüzgar kimi evlere misafir, kimine habersiz gitmekteydi. Rüzgarı misafir kabul eden köylüler çoğunlukla baharda çalışmaktan canı çıkanlardı. Fatma ana ise rüzgarı dost belleyip misafir kabul edenlerdendi.
Kurtların bile gizlenmek için delik aradığı şu soğuk havalarda Fatma ana her kış olduğu gibi yine çift gözlü penceresinden dışarı seyretmekteydi. Gözleri köyün kapanmış yoluna dalmıştı ki damın sıcaklığı bedenini mayıştırmış, yaz günlerinin sarı sıcak güneşini hatırlar olmuştu.
Kırışmış ellerini dizlerinde gezdirdi. Kemikleri yaşlıcaydı, yorgundu. Yüce yaradana içinden ettiği duaya amin dedi. Pamukça elleri yüzünden yüreğine salındı.
Köylü soğuk kış günlerini her gün aynı işlerle, aynı hayallerle bitirmişti artık. Kimisi çalışmış çabalamış kimisi de yazdaki hazırlığı sayesinde yan gelip yatmıştı. Mevsim yenisiyle değiştiği vakit gün kızarmaya, güneş bir ışık topu gibi parıldamaya başlayınca karlar usulca erimişti. Cıvıldayan kuşlar artık neşeli bir türküyü omuz omuza bir beste söylercesine söyleşmekteydi. Karda bir bir kapanan yollar da artık görünür olmuştu. Soğuğun kırılmasıyla okula başlayan çocukların sesi köye renk getirmiş, insanın içini sıcacık eden bir mutluluk vermişti.
Fatma ana da havanın bahara yaklaşmasıyla Sümbül’ü artık daha sık bahçeye çıkarıyordu. Onu ağaçla baş başa bıraktıktan sonra hayvanları otlatıyor, tarlaya bakıyor sonra da sanki hiç yorulmamış gibi evin işleri için çabalıyordu. Yoruluyordu ama dayanıyordu. Dayanağı kendisiydi. Dayanağı konuşmaktan aciz, kederli geliniydi. ‘Öz’den daha yakın olan kızı Sümbüldü.
Soğuğun artık kırıldığı bir vakit, güneşin bir bahar akşamı; bedenleri tatlı, ılık ılık ısıttığı bir günün ardından köye yeni bir imamın geldiği, eksi imamın şehre tayini çıktığı haberi yıldırım hızıyla yayılmıştı. Her köylü olayı ayrıca konuşuyor, her bir ağızdan farklı hikayeler uyduruluyor ama en sonunda mantıklı bulunan üzerinde karar kılınıyordu.
Köyün saçı örgülü körpe kızlarıyla yeni evermiş gelinleri su başında, erkekler ise sararmış bıyıklarıyla çayını yudumlarken konu üzerinde fikir yürütüyordu. Eski imam tayin süresi henüz dolmamışken neden birden gidiverdi? Şehirden gelen genç imam da kimdi?
Günler geçtikçe her bir hadisede olduğu gibi imamın neci ve kim olduğu da unutuldu, gitti. Herkes kendi işine koyuldu. Erkekler bu zamanlarda sararmış bıyıklarıyla Rüstem’in kahvehanesinde vakit öldürmekteydi. Kadınlar ise çocuk doğurmaktan kalan zamanlarda tarlada ter döküyor ve doğurduğu birbirine yakın yaştaki çocuklarının rızkı, beylerinin çay ve cigara sefası için hiç durmadan, güneşin batışına kadar koşturuyordu.
Bu düzen böyleydi. Değiştirilemezdi. Değiştiği de görülmemişti.
Fatma ana, kızı Sümbülle damın nakışlı penceresine yakın bağdaç kurarak oturuyordu. Bir elinde çorbası, bir elinde mendili vardı. Dingin bir halde kızına bakıyorken birden kapısına vuruldu. Heyecanlandı mı şaşırdı mı kendisi de anlamadı. Körpe bir kız gibi kalktı da baktı dışarı. Hafif tebessümü, utangaç yüzüyle yeni imam Süleyman efendiyi gördü. Yazmasını alışkanlıktan yüzüne doğru kapadı. Kapıyı azıcık araladı Fatma ana. Şaşırmıştı. Vakit geç sayılırdı ya, şaşırmasının sebebi diğer imamın kahvehane dışında asla görünmemesiydi. “Hayrola,” dedi içinden.
“Buyur Süleyman efendi.”
İmam Süleyman, köylüden namaz sonraları Fatma ananın çileli hayatını, köylüye, hayata çokça ettiği isyankar sözleri işitmişti. Gelininin ölüm sonrası sevdaya yenik düşüp aklını yitirerek bir ağaçla hasbihâl ettiğini duyar olmuş ve akabinde ilgisi her geçen gün artmıştı. Ama bu ilgiye karşı ne Fatma anayla denk gelebilmiş ne de şimdiye dek ayakları ona gitmişti.
Bir iki hafif öksürür gibi yaptı. Boğazını temizledi, derin nefes aldı. Söze nasıl başlayacağını hesap etti.
“Hayırdır Allahın izniyle Fatma ana, dua edelim de hayır olarak devam ede! Allah’ın selamı üzerine olsun!”
Fatma ananın ilgisi arttı. Kapıyı az daha açtı istemeden.
“Rahatsızlık vermedim ya inşallah? Hakkını helal et.”
“Helal olsun oğlum! Buyur, buyur hele?”
Süleyman efendinin gözü kısa süreliğine de olsa Sümbel’e takıldı. Kendi kendine konuşuyordu yine. Bir meleği andırırcasına yüzü ışığa çalıyordu. Fatma ananın yüzü de ayla yaraşırcasına parıldıyordu. İyilik akıyordu yüzünden, sevgiyle bakıyordu. Oysa ne de çok korkutmuşlardı kendisini. Ne çok… Toparlandı:
“Fatma ana, ben eşten dosttan, namaza gelen cemaatten duyar oldum da kızının hastalığını, ilgilenir oldum. Şimdi nasıl ifade etsem daha evla olur bilemedim amma en sonunda ‘ya Allah’ dedim de geldim ayaklarına.”
Fatma ana kapıyı salmış, kapı tamamen açılmıştı artık.
İmam meraklı bakışları üzerinde hissedince nefes alıp verdi. Devam etti:
“Belki duyduysan ben şehir merkezinden geldim. Kasabadan da büyük yer hani. Koca koca evler, devlet daireleri, hastaneler bir o kadar da kalabalık cemaat vardır. Orada insanın çevresi de maşallah geniş oluveriyor. Eşi, dostu, arkadaşı, sırdaşı bitmiyor. Heh işte benim bir arkadaşım var -Allah ondan razı olsun- büyükçe bir hastanede çalışır. Hekimdir kendisi amma öyle bizim köy doktoru gibi değil. Onun hastaları bedenen değil de ruhen, aklen Allahtan şifa bekler. Yüce Rabbimizin de yardımıyla bu kardeşim eğer sende uygun görürsen şehirde bi bakıverse sence nasıl olur? Olur mu Ana?”
Fatma ananın yüreğinden merhamet esintisi geçti. Demek… Demek iyi insanlar da vardı he? Helal süt emmişler de aramızdaydı demek he? Hızır aleyhisselâm gibi. Çok şükür dedi içinden. İçinden tatlı, ılık ılık bir sevgi… içindeki o ılıklık göz yaşlarına vurdu. Yavaşça aktı düştü mübarek toprağa. Yazmasıyla sildi gözlerini. Sümbül’e baktı. Ne de güzel bakıyordu, ne de içten gülüyordu.
Şöyle, iyicene nefeslendi. Sesi, yüzü, gözü kendine geldi.
“Söyle oğul, Hızır mısın sen? Yoksa Hızır’dan bir parça mı?”
“Ellerinden öperim Fatma Anam, ben sadece gariban bir kulum. Sağ olasın! Gariban bir kul…”
“Allah yüreğinden geçeni kabul eylesin oğul!”
“Amin anacığım!”
“Allah iyilerle, yüreği temiz olanlarla karşılaştırsın oğul!”
“Amin anacağım!”
Süleyman, Fatma ana dua ettikçe utanıyordu, küçüldükçe küçülüyordu. Ama yüreği de bir o kadar genişliyordu. Rahatlıyordu. Ana kucağındaki huzuru buluyordu.
“Anacığım, Allah senden razı olsun. Seni yetiştirenden de, seni iyiliğe yaklaştırandan da…”
“Amin oğul!”
“Anacağım, izin verirsen yarın sabah namazı sonrası koyulalım yola, varalım şehre. Allah’ın izniyle olacak olan olur. Tasalanma.”
İmam Süleyman efendi, sarıldı Fatma ananın ellerine. Üç kere öptü. Üç kere “Allah” dedi. Ellerini yüreğine vurdu. Vedalaşıp evine doğru yol aldı.
Herhangi bir haber bekleyenin yaşayacağı heyecanı Fatma ana derinden hissetti. Yatağında dönüp durdu gece boyunca. Uyuyamadı. Güneşin ortalığı aydınlatmasını, ışığın başaklara vurmasını, imam efendinin sabah ezanını okumasını bekledi. Sağa döndü bekledi. Sola döndü bekledi. Kalktı yürüdü bekledi. Sonunda vakit geldi, kapısı çalındı. Kapıda Süleyman efendi huşu içinde beklemekte. Kendisi telaşlı. Heyecanlı. Kızı Sümbül’ün ellerini tuttu. İmam, Fatma ana ve Sümbül şehre doğru yola koyuldu.
Uzunca yol sonrası şehrin yol aldıkça artan kalabalıklığı, dam üstüne yeni yapılan damların görüntüsü Fatma anayı şaşırtmıştı. Birden köyünü özledi. Burası onun vatanından bir parça mıydı? Bu büyükçe evler, yanından geçen şık araçlar, doluca yemek yenen yerlerdeki kravatlı efendiler onun vatanıysa vatanından bir parçaysa ya yaşadığı yer neresiydi, kimlere aitti? Kimlere…?
“Geldik Fatma ana! Şuracıkta ineceğiz. Bizim mübarek burada görev almakta,” dedi. Güldü keyifle.
At arabasından indiler. Gencecik bir asker ‘devam et’ dercesine el etti. Arabacı ata kırbacı şaklattı. Bir kuru bir kemik kalmış at iki yana salladı kuyruğunu. Vardı yoluna.
Fatma ana adım attıkça yüreğinde sebepsiz bir korkunun büyüdüğünü hissediyordu. Buraya ait değildi kendisi. Üstü başı birden gözüne kirli geldi. Sanki şu an dünyada yapayalnızdı. Kimsesizdi sanki. Tuttuğu ele sonra da sahibine baktı. Kızı Sümbül… Önünde Hızır gibi yetişen bir imam… Yukarıda Allah…Yalnız değildi. Hayır! Asla değildi!
Yüreğinde büyüyen korkuyu çatık kaşlarıyla durdurdu. Cesaretlendi. Sümbül için gelmişti buraya. Sümbül için…
Bir iki kat derken gri renkli koridora girdiler. Her oda da aklını yitirmiş bir garip. Fatma ananın ayakları geri gider gibi oldu. Tam o sırada Sümbül sıkıca elinden tuttu. Gülümsedi. Fatma ana içinden derin bir ‘ah’ çekti.
Testlerin birçoğu yapıldıktan sonra Süleyman efendi beyaz kıyafetli, gözlüklü, kendi gibi genç bir delikanlıyla konuşuyordu şimdi. El sıkıştılar. Süleyman kara kaşlarıyla arkadaşına Sümbül’ü gösterdi. Konuşmaya devam ettiler. Hekim odasına girdi. Süleyman efendi içinde tutmaya çalıştığı sevinçle, dolup taşan yüreğiyle Fatma ananın yanına geldi.
“Bakacak Doktor! Fatma anaaaa! Sümbül’e bakacak arkadaşım. Muayene edecek!”
“Sonra… sonraaaa ne dedi biliyor musun?”
“Ne dedi oğlum Süleyman!” İki eli de Süleyman’ın ellerindeydi.
“Ne dedi?”
“Söyle güzel yüzlüm, söyle de ferahlasın bu acı içindeki yürek! Söyle de… söyle de…”
Süleyman efendi Fatma anayı mı sakinleştirsin kendisini mi bilemedi. Şaşırdı. Birden sıkıca tuttu Fatma ananın ellerini. Tebessümle baktı.
“Arkadaşım dedi ki, hani dedi ki, Allahın izniyle iyi olacakmış Sümbül. Tedavi edecekmiş. Ve ne dedi biliyor musun? Şüphen olmasın kardeşim Süleyman dedi. Süleyman dedi, en kötüsü bile iyileşti burada dedi. Hani burası en iyisiymiş. Kendisini gavur ülkelerden bile isterlermiş hani bir o kadar başarılıymış maşallah.”
Fatma ana diz çöktü, Sümbül çöktü, imam çöktü…
Duymuyordu artık Fatma ana. Şöyle baktı Süleyman efendiye. Minnetle, şevkatle baktı. Vücudunun her zerresi boşalmıştı artık. Mutlulukla dolup taşmıştı. Çektiği acılar gözlerinin önünden birer mevsim misali akıp geçti.
Ellerini semaya kaldırdı. Öyle içten dua etti ki, kendinden geçti. Öyle içtendi ki, yüreğinde Rabbinin huzurunu hissetti. Gelinine, aklını yitirmiş kızına baktı. “Çok şükür,” dedi. Hızır misali yetişen Süleyman’a baktı. “Çok şükür,” dedi. Kollarını genişçe açtı;
“İşte şimdi,
Şimdi,
Şimdi helalleştik zalim hayat!
Helalleştik hey hayat…
Çok şükür…”
Son.
28.01.2024
Fotoğraf: Sümeyye Fırat