Saatleri geçirmek çok zor geliyor. Altı üstü yelkovan o aciz kıçını biraz daha hızlı hareket ettirecek, ama olmuyor. İnsanlar önümden geçip gidiyor, odama girip çıkıyor ve belli belirsiz bir şeylerden konuşuyorlar. Umursamadığım ve ilgimi çekmeyen şeyler. O kadar kayıtsızım ki çevremde olup bitene, bütün bina yansa umursamam, çantamı ve ceketimi alır kapıdan çıkıp giderim. O kadar bıkkınım ki bu düzenden aslında bütün dünya yansa umursamam.


Çok yaşlı değilim aslında, hatta gencim. Ama içimde altmışlarını devirmiş bir ihtiyarın ruhu var adeta. Yorgun, usanmış ve artık gördüğü hiçbir şeyin onu şaşırtmadığı bir ihtiyar. Bazen ondan daha iyi halde olduğumu düşünüyorum bazense daha acınası. O ihtiyar gibi ölmekten korkuyorum ama bir yandan da hiç yaşamıyor olmayı diliyorum.


Yiyorum, içiyorum, sevişiyorum ve hissediyorum. Ama bütün bu anlar o akmayan, ızdıraplı, sonsuz zamanın içinde bir toz zerresi gibi kayboluyor. Artık ne geleceği, ne de geçmişi düşünmek istemiyorum. Ne kendimi yargılamak ne de bir başkasını, istemiyorum. Çoğu şeyi mecburiyetten yapıyorum. Çoğunlukla katlanıyorum susmak bilmeyen, gürültücü insanlara. Kaba saba ve pis kokulu adamlara. Vasat ama kendini çok bilgili sanan aptallara ve utanmadan nasihat veren ihtiyarlara.


Yazmak da istemiyorum aslında ya da konuşmak, nefes almak. Görmek, duymak ve düşünmek istemiyorum. İyi bir şeyler olsun değil hiçbir şey olmasın istiyorum. Düşüncelerimi bölen, mutluluğumu bölen bütün bu sesler ve haberler yok olsun, sonsuz bir boşlukla bütün olayım istiyorum.


Saat hala geçmiyor, hiçbir zaman da geçmez zaten. Hiçbir zaman sevgiliyle sohbet ettiğin an gibi, yiyip içtiğin an gibi ve mutlu olduğun an gibi geçmez zaten. Bekler durursun, ne bedeninin ne de aklının takati kalmayıncaya kadar. Beklemek kadar başka ne yorar insanı zaten. İstememek kadar umutsuz olan başka ne vardır ki.