Çocukluğumda otobüs duraklarında geçen zamanı saniyeleri sayarak doldururdum. Biraz babamın da katkısı vardı bu beyhude işte. “Seksen dörde kadar say, otobüs gelecek…” Gelmezdi. Ya çok hızlı saymış olurdum ya da benim saydığım seksen dört saniyeyi babam duymamış olurdu. "Hadi baştan" derdi. Ben de iki defa sayılan seksen dört saniyenin yine sadece seksen dört saniye ettiğini zannederek saymaya yeniden başlardım.
Geçen seksen dört saniyelerin hüviyeti geçen zamanla pek değişmedi. Hala aynı sayıda dişli dönüyor saatlerde, aynı yolları perçinleyen otobüsler yine sığmıyor o seksen dört saniyelere. Ancak ben elimde amacını hâlâ anlamadığım bir çanta, sırf o seksen dört saniyenin içine sığmayan otobüslere yetişebilmek için kan ter içinde ve bir başka alelade güne daha başlamanın verdiği iç sıkıntısı ile bekliyorum artık duraklarda. Yetişmek için çabaladığım o istasyonlar, o mevsimler, o insanlar tüketiyor benim seksen dört saniyelerimi. Daha saymaya bile vakit bulamadan atlıyorum basamağına otobüslerin, neden seksen dört saniyeden daha erken gelmediğini düşünüp öfkelenerek.
O hınçla başladığım yolculukların sonunda vardığım noktalar ise bana geri vermiyordu saniyelerimi. Yolculuğun kendisini ise zaten kaybetmiştim artık. Camın diğer tarafından akıp giden şehri çocukluğumda anımsadığım şekliyle bulabilmek arzusu da çoktan terk edip gitmişti beni, aynı şehrin eski hali gibi. Bana sanki her yere, her şeye koşmak zorundaymışım gibi hissettiren bir hayatı da sürüklüyordu peşinde aynı lanet otobüs. Kalabalığın içinden kaçıp benliğimi rahatlatacak pencereler açmak istiyordum artık. Bir kez daha; hiçbir şey düşünmeden, hiçbir kimseyle konuşmadan, yalnızca zamanı kovalamanın imkansızlığı çocuklar gibi ürkütüyordu beni.
Yalnızca tek bir çıkar yol geldi aklıma; yalvarmak babama:
“Baba, bana seksen dört saniye verebilir misin?”