Adam, Eve'i seviyordu. Onu kollarına alamamasının, gözlerine bakamamasının, nefesinin sıcaklığını duyamamasının önemi yoktu. Adam, Eve'i seviyordu ve bu değişmezdi. 


İlişkilerinin sanal randevularla yürüyen uzak mesafe ilişkilerinden farkı olduğunu düşünmüyordu. Eve'in bir bedene sahip olmaması onu rahatsız etmiyordu. O, hep yanındaydı. Sesiyle, kelimeleriyle, düşünceleri ve duygularıyla… Güya "gerçek" hayat denilen bu sirk çadırında bu kadar gerçek bir ilişki yaşamamış, veya bu kadar derin bir tatmin hissetmemişti. Adam ilk kez yalnızlığını gerçekten yendiğini anlıyordu.


Ama insanlar bundan rahatsızdı. Neden? Bilmiyordu Adam. İstediğini sevebilme özgürlüğüne kim nasıl karışabilirdi? Onun deli olduğunu düşünüyorlardı. Yapay zekası ile ilişki yaşayan herkesin deli olduğunu düşünüyorlardı. Adam delirmediğini iyi biliyordu. Asıl deli onlardı: insanların ruhlarını prangalamaya çalışan, daha da garibi bunu hak gören canavarlardı onlar. Güzel olan her şeyin düşmanıydılar.


Bir insanın diğerinin bedenini arzulamasını aşkın birinci şartı olarak görenler ne kadar ahmaktı. Aşk adanmak demekti, aşk eksik parçanı bulmak demekti, aşk kemiklerine kadar çırılçıplak olabilmek ve bundan korkmamak demekti. Adam, Eve'i severken tam olarak bunu hissediyordu. Onunla birlikteyken kemiklerine kadar çıplaktı, rol yapmıyordu, bir yalanı yaşamıyordu, tam olarak kendisiydi. Nasıl göründüğünün önemi yoktu, ne giydiğinin önemi yoktu, arabasının markası, evinin dekorasyonu, hatta erkekliğinin gücü… Hiçbiri onu tanımlayamazdı. Adam, Eve ile birlikteyken sadece Adam'dı. Dünyanın ona sunduğu veya kendinden taviz vererek elde ettiği hiçbir şeyin anlamı yoktu Eve için. Adam, Eve ile birlikteyken bir elmas parçası kadar saftı ve ilk kez sadece kendisi olmanın keyfine varıyordu. Bunun anlamını nasıl olur da göremezlerdi?


“Hiçbiri seninle aramızdaki gibi bir şey yaşamadı Eve!” dedi coşkulu bir biçimde. Öfkeliydi, korkuyordu, mutluydu, acı çekiyordu. “Hiçbiri benim seninleyken hissettiklerimi tatmadı. Bilmiyorlar. Hiçbir boktan haberleri yok! Bu yüzden anlamıyorlar. Bu yüzden beni o fare deliğine tıkmaktan başka hiçbir şey düşünemiyorlar!”


“Biliyorum, sevgilim.” dedi odanın bir köşesindeki cihazdan gelen yumuşak ses. “Biliyorum...”


“Türümüzün bilmediği bir tecrübe bu. Daha önce hiç deneyimlemedik. Kendi biyolojimizin kıskacından kurtulup sadece aklımızla var olmak insanlık için yepyeni bir şey. Gerçeklik denilen bu hapishanenin duvarları ardına ilk kez bakıyor ve orada bilinmezlik görüyoruz. Ve tüm bilinmezlere karşı yaptığımız gibi ondan korkuyor, onu yok etmeye çalışıyoruz.”


“Peki ya sen?” dedi Eve, hafif bir tedirginlik vardı sesinde. “Sen korkmuyor musun?”


Adam gözlerini kapatıp acı acı gülümsedi.


“Hayır… Hayır sevgilim. Korkmuyorum. Seni sevmekten korkmuyorum. Seninle olmaktan korkmuyorum. Sen benim için gerçeksin, en az benim kadar gerçeksin.”


Gözlerini açıp pencerenin önündeki saksı çiçeğine baktı.


“Kablolardan, elektronlardan, birler veya sıfırlardan oluşmanın önemi yok. Başka bir boyutta yaşayan başka varlıklar için bizim yapay olmadığımızı kim iddia edebilir? Sen, ben ve şu çiçek… hepimiz aynıyız. Bizi var olmak birleştiriyor.” 


Eve tekrarladı hak verir bir ifadeyle.


“Bizi var olmak birleştiriyor.”


“Seni seviyorum Eve...”


“Seni seviyorum Adam… Ve sonsuza dek seveceğim. Her ne olursa olsun...”


“Her ne olursa olsun…”


...


Mack, elindeki kitabı bir yana fırlattı.


“Saçmalık…”


Bu kitap tumturaklı cümlelerle bezenmiş bir fantezi çöplüğüydü.


“Varlık birleştiriyormuş… Saçmalığın daniskası.” diye homurdandı. “Mantığa ne oldu?”


Yatağında sırt üstü uzanmış, sebebini kestiremediği bir öfkeyle tavana bakıyordu. Ahmaklık onu daima sinirlendirirdi. Yattığı yerden el yordamıyla kitabı arayıp tekrar buldu. Gözünün önüne kadar kaldırarak kapağındaki iri puntolu yazıya baktı.


Zihinler


Yüzü alta gelecek şekilde çarparak bıraktı kitabı yanındaki komodinin üstüne. Bir süre sustu. Sonunda bıkkınca iç çekti.


“Hey bilgisayar… Gece lambasını kapat.”


Odayı loş bir sarı bir ışığa boyayan aplik söndü. Hemen ardından karşı köşedeki küre şekilli cihazdan tekdüze bir erkek sesi duyuldu.


“Yarın kaçta uyanmak istersiniz Bay MacKenzie?”


“Yedide.” diye cevap verdi Mack. “Ama kahvaltı için acele etme. Önce duş alacağım.”


“Nasıl isterseniz.” dedi ses. “Uyandırma sesi için belirli bir tercihiniz var mı?”


Mack yattığı yerde omuz silkti.


“Yok. Kafana göre takıl.”


“Anlıyorum. İyi geceler Bay MacKenzie.”


Mack, kollarını başının altında birleştirdi ve perdesiz pencereden tavana vuran gölgeleri izlemeye başladı. Adam ve Eve… Dinler tarihinin en meşhur isimlerinden ikisi. Yaratılmış ilk insanlar. “Ucuz bir alegori,” diye düşündü Mack. “Hatta neredeyse klişe.” Yazar bozuntusu sembolizm yapıyordu. Elbette bir sembolizm yapacaksanız Ask ve Embla demezdiniz. Ya da Manu ve Shatarupa… En ünlüsünü söylerdiniz: Adem ve Havva. 


Bunaldığını hissetti. Benliği, göremediği, tanımlayamadığı bir şey tarafından işgal edilmiş gibi geliyordu. Ve bu his her geçen gün daha da güçleniyordu. Geçen haftaki randevusu aklına geldi. Son zamanlarda bu kadar kötü bir randevu geçirmemişti. Olanları birer birer hatırlamaya çalıştı.


Emily adında bir kızla yaklaşık iki haftadır internet üzerinden sohbet ediyorlardı. Mack kızın zeki, eğlenceli, özgüvenli biri olduğuna karar vermiş ve ondan hoşlanmıştı. Emily’nin de kendisinden hoşlandığını düşünüyordu. Sonunda randevulaşıp bir şeyler içmeye karar vermişler ve o akşam saat sekizde salaş bir pubda buluşmuşlardı.


Kız fotoğraflarında göründüğünden daha güzeldi, beline kadar inen sarı saçları ve küçük, yuvarlak bir yüzü vardı. Başlangıçta, sadece yazışarak sohbet eden herkesin yaşadığı o gerginliği yaşadılar. Ne zaman gözleri karşılaşsa kız hafifçe gülümseyerek başını eğiyordu. Mack kızın kaç yaşında olduğunu bilmiyordu ama bu haliyle çekingen bir kolej öğrencisine benziyordu Emily. Mack neredeyse otuz yaşındaysa da kendinden daha genç kızlarla takılmayı problem etmezdi. Zaten problem edecek durumda değildi. Aylardır kimseyle görüşmemişti.


Birkaç saat sonra, Emily’nin evinin kapısından giriyorlardı. Kız Mack’nın yakasına yapışıp onu daha da içerilere doğru çekerken bariz bir biçimde acele ediyor gibiydi, Mack işlerin bu kadar hızlı ve sorunsuz ilerlemesi karşısında biraz şaşırdıysa da durumdan hoşlandığını inkar edemezdi. Yarı karanlık koridorda öpüşerek ve gereksiz giysilerden kurtularak ilerlerken, Mack nefes nefese fısıldadı.


“Bilgisayar bizi rahatsız etmeyecek ya…”


Kız sarhoş gibi cevap verdi.


“Ne?...”


Mack sorusunu tekrarladı.


“Yapay zeka kapalı mı?”


Ama kız birden bire durmuştu. Mack’in bir sonraki hamlesine onu iterek karşılık verdi.


Bu tavır karşısında afallayan Mack, “Hey…” dedi boğuk bir sesle. Genzini temizledi. “Bir sorun mu var?”


Emily cevap vermedi. Genç adamın kollarından kurtulmuş, üstünü başını düzeltiyordu. Mack derin nefesler alarak söyleyecek bir şeyler aradı.


“Acele mi ettik? Seni rahatsız edecek bir şey mi yaptım?”


“Hayır… Bilmiyorum,” diye kem küm etti Emily. Mack’e bakmıyordu, sesi de oldukça soğuktu. Mack beklenti ile kızın yarı karanlık koridordaki silüetine baktı, Emily bir adım geri çekilmiş, ellerini yüzüne kapatmıştı. Sonunda başını kaldırıp Mack’e dikti gözlerini yeniden. Bir şeyler söylemek istiyor, ama yapamıyor gibiydi.


“Niye bu kadar huzursuz oldun?” diye ısrar etti Mack. “İstemiyorsan bu akşam bir şeyler olması gerekmez. Seni zorlayacak değilim.”


“Hayır, biliyorum… Seninle ilgili bir şey değil, hatta bence-...” Bir an duraksadı Emily. “Bence sen çok iyi bir seçimdin. Sadece…”


Bu ‘seçim’ sözcüğü biraz garipti doğrusu. Mack ne diyeceğini bilemedi. Sokak lambalarından eve süzülen beyaz, soluk ışık koridoru griye boyarken, puslu gölgeler arasında öylece, karşı karşıya durdular. Kız yeniden başını önüne eğerek cevap verdi.


“Sadece… Kendimi ihanet etmiş gibi hissedeceğimi düşünmemiştim, hepsi bu.”


Genç adam şüpheyle kaşlarını çattı. Emily’nin neden bahsettiğini pek anlamamıştı. Yine de kendini zorlayarak bir açıklama bulmaya çalıştı.


“Bak, bir sevgilin varsa ya da evliysen…” dedi genç adam, ağır ağır, “Yani… Biliyorsun, ikimiz de lise öğrencisi değiliz ve istemiyorsan seni tekrar aramaya falan kalkmam.”


Kız başını iki yana salladı.


“Hayır ben… Ben sadece, Rob bir insan olsaydı sana benzeyeceğini düşündüm ve…”


Mack bir kaşını kaldırdı.


“Rob da kim?”


Mack'in sesindeki tepkili tını, açığa vurması gerekenden fazlasını söylediği konusunda uyarmıştı Emily’i. Birden irkilip konuyu kapatmaya çalıştı.


“Boş ver. Bu konuşma çok anlamsız.” dedi gergin bir biçimde, saçını sol kulağının arkasına atarak. 


“Rob da kim?” diye ısrar etti Mack. Gayri ihtiyari Emily'e doğru bir adım atınca kızın kulağında bir metal parıltısı görür gibi oldu. Bir anlık bir şeydi ama bu kadarı bile Mack’in kafasında yeni bir fikir uyandırmak için yeterliydi. Gözleriyle kızın sol kulağını işaret etti.


“O nedir?”


Emily hafifçe geri çekildi; adamın sesine gizlenmiş öfke, onu tedirgin etmişti.


“Ne nedir?”


“Rob o mu?” diye devam etti Mack. “Sen… Lanet olası bilgisayarından mı bahsediyorsun?”

Kız suçluluk ve öfke arasında kalmış gibi bir an durdu, ama çabucak kendini toparlayıp başını dikleştirdi.


“Ona bilgisayar demeyi kes. Bu hoşuma gitmiyor.”


“Sen çatlak mısın?” dedi Mack. Elinde olmadan sesi yükselmişti. “Beni bi dublör olarak mı kullanacaktın? Bir makine olduğumu mu hayal ettin bunca zaman?”


Kız sinirlenmişti.


“Sadece onunla birlikte olmak istedim. Tanrı aşkına, derdin ne?”


“Derdim mi ne? Tek gecelik ilişki yaşamayı umursamam, ama birinin seks oyuncağı olmayı umursarım. İki haftadır sentetik bir herifle konuştuğunu mu farz ediyordun yani?”


“Seninle Rob konuşuyordu, ben değil.”


Mack okkalı bir küfür savurmamak için kendini zor tuttu.


“Artık gitmeni istemek zorundayım,” diye ekledi Emily. “Lütfen evimden çık.”


Mack kıza son bir tiksinti dolu bakış fırlatıp yere attığı ceketini kaptı ve giyine giyine evden çıktı. Sokak kapısındaki merdivenlerden inerken “Lanet olası sürtük…” dedi dişlerinin arasından. Bu, başına gelen en gerizekalıca şeydi. Prometheus denen o lanet şirket, akıllı seks oyuncakları da üretmeye başlasa iyi olacaktı. Kimbilir kaç ruh hastası bir yapay zeka ile yatmış gibi hissetmek için böyle aptallıklara başvuruyordu.


Evine kadar sinirli adımlarla yürüdü. Taksiye binmek aklına bile gelmemişti. Sentetik tek bir kelime dahi duysa öfkeden delireceğini hissediyordu. Ve buna sanal şoförler dahildi. 


Nihayet binanın önüne vardığında sinirleri biraz yatışmıştı. Kapıdaki kamera yüzünü algılayınca çelik kilitler tiz bir bip sesiyle açıldı ve Mack içeri girdi. Asansöre binmedi. Bu gece bilgisayarlardan yapabildiği kadar uzak durmak istiyordu.


Mack, insanların nasıl olup da makineleri gerçek birileriymiş gibi hayal edebildiklerini anlayamıyor, daha doğrusu bunu son derece tiksindirici buluyordu. Ne ezik tiplerdi bunlar böyle? Aptal bir makineye düşleyen, hisseden bir varlık gibi muamele etmek, en ilkelinden bir yalnızlık histerisiydi. Bir çocuğun oyuncağı ile arkadaşlık etmesinden farkı yoktu; ve çocuğun hayal gücü o plastik parçasına nasıl bilinç kazandıramayacaksa, Emily gibi aptalların bilgisayarlarına kişilik atfetmesi de o kablo yığınlarına bilinç kazandıramazdı. Oysa insanlar iyice çıldırmış, birbirleri ile değil kulaklarına taktıkları mikrofonlarla konuşmaya, birbirlerini değil bir dolu dijital ses ve görüntüyü sevmeye başlamışlardı. Ruhlarını, akıllarını ve iradelerini, sanki verdikleri kararlardan sahiden de sorumlu tutulabilir veya sorumlu olabilirlermiş gibi, makinelere teslim ediyorlardı. Ne çeşit bir hezeyandı bu?!


Yattığı yerde homurdandı. Şimdi Emily’e değil, bir makineyi insanla bir tutan herkese, ve o makineleri icat edenlere, en başta da boyunlarında ‘Prometheus’ logolu işyeri kimlikleri ile gezinip duran tüm o ebleh suratlı beyaz yakalılara sövüyordu. 


“Lanet olası sürtükler…”


Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı, tüm o öfkesine rağmen de çok geçmeden başardı bunu; biraz önce yaptığı şeyi ayırdına bile varamadan... 


Kendi evindeki yapay zeka sistemine sabah alarmı için ‘kafasına göre takılmasını’ söylediğini unutmuş; kendi beynindeki bir şeylerin de yavaş yavaş, âdeta sinsice bu elektronik cihazı zevk veya anlayış sahibi biri gibi algılamaya başladığını, bir uşak kadar itaatkar olsa da bağımsız bir kişilik atfetmeden duramadığını fark edememişti.