80'lerin başı. Türkiye kaos ve karanlık çemberinde yol almakta. İki grup birbirleriyle düzen çatışması yaşıyorlar.
Aylardan şubat, gün hatırlanmıyor. O zamanlar hatırı sayılır bir makam sahibi olan siyah kaşeli, bıyıklı, uzun boylu bir genç var. Tebaası ile birlikte bir yere gidecek, toplantı var. Araba aranıyor, bulunamıyor. Yürüyerek gidilecek bu yüzden. En önde yürümeye başlıyor. Kendi tabiriyle üzerine gelen onlarca mermide dahi çözülmeyen dizlerinin bağının çözüldüğü yer. İş bankasının önünde bir çift göz görüyor. Kurşunun delemediği kürkünü, bakışlar tam da kalbinden delip orada kalıyor. Bir sıkıntı var ama; kız uzun ve yeşil parkalı. Karşıdan yani. Bizim oğlan geceleri uyuyamaz, gündüzleri aklını olaylara veremez oluyor. Bir tarafta hak bildiği davası, bir tarafta ilk defa kalbini titreten kız. Bizim sevdamız yalnızca davamızadır diyen dil, yürek ve beyin üçgeni paramparça halde. En son çare, asıyor kaşeyi; her gün o gördüğü yere, o gördüğü saate gidiyor. Lakin ne gelen oluyor ne giden. Ümit bitiyor. Hep filmlerde olur ya, asıl oğlan son gidişinde bulur. Son umutla bugün son gün diyor, bundan sonra gitmeyeceğim. Gidiyor, en uzun bekleyişi o gün oluyor. Yine gelen olmuyor.
Sonra bir gün iki taraf şehir merkezinde karşı karşıya geliyor. Bizim oğlanın ekibi tamamı erkek, bıyıklı, simsiyah giyimli; karşı taraf daha modern giyimli, yeşil parkalı ve kız erkek eşit sayıda. Polis geliyor, bu arada bizimkini yaka paça alıyorlar, ortalık karışıyor. Üç gün üç gece işkence ediyorlar; biri ölmüş, bilmem nerenin köyünde, bunu sen yaptın diye. Dava günü gelmiş, el yüz tanınmaz halde duruşmanın gerçekleşeceği yere getirmişler oğlanı. "Kapı açıldı, normalde uzağı çok iyi göremezdim. Zaten başta hayal zannettim dayaktan dolayı gördüğüm." Oydu, parkası yoktu. O gün o, karşıda bizimkini alırlarken görmüş. Beklemiş, araştırmış, öğrenmiş dava zamanını. Askerlerden izin istemiş bizimki. Gitmiş yanına.
-Benim için mi geldin?
-Evet, Süheyla ben.
Bir damla gözyaşı süzülmüş göz pınarlarından kızın. Siliyor bizimki ama askerler izin vermiyor ki bir kelam etsinler, alıyorlar hemen. O an anlaşılıyor ki bu ülkenin çocukları birbiriyle kavga edemez çünkü bu coğrafyadaki insanların en çok korktuğu duygu yalnızlık olmuştur her zaman. Velhasıl çocuk içeri girer, yatar, çıkar. Çıkar çıkmaz aramaya koyulur ama ne çare, ne o Süheyla'yı bulabilir ne de Süheyla onu. Öğretmen olur bizimki ve evlenene kadar en çok canını acıtan türküyü, sesi güzel olan öğrencileri bulur söyletir. Kendinin sesi çok güzeldir ama söylerken ağlamaktan korkar.
Bir gün bir köy yerinde yeğenleri ile otururken bu hikayeyi anlatır, türküyü söyler, gözyaşını akıtır masaya. Ve ekler yaşlı ama kudretinden sual olunmaz kurt masaya kadehini vururken: Bir gün ölüp toprağa girdiğimde hepiniz bu türküyü okuyun arkamdan.
Yalvardım yakardım kadir Mevla'ya
Bir ela gözlüyü yazmadı bana
Bir çare kılmadı neden evliya
Bir ela gözlüyü yazmadı bana
Mecnun gibi gezdim dağı taşları
Seher vakti çok dinledim kuşları
Irmak oldu gözlerimin yaşları
Bir ala gözlüyü yazmadı bana
Bir yogitte der ki yar beni sevsin
Bazen hatırlayıp bazen sorsun
Bu bir hakikattir duyan inansın
Bir ala gözlüyü yazmadı bana.