Giriş
Meşruiyetini yurttaşından alan bir devletin en temel görevlerinden biri, vatandaşının emniyet ihtiyacını karşılamasıdır. Devlet bu ihtiyacını iç işlerinde polislik mesleğiyle icra ederken, dış işleri söz konusu olduğunda bunu askerlik göreviyle ifa etmektedir. Her iki kurumda temelde emniyet ihtiyacını karşılamakla birlikte; polislik mevzu bahis olduğunda bir meslek olarak addedilmekte ve bu meslek vatandaşa yerine getirilmesi beklenen geçici-zorunlu bir sorumluluk yüklememektedir. Ancak askerlik söz konusu olduğunda her vatandaş devletin kendine yüklemiş olduğu bu görevi zorunlu olarak yerine getirmek durumundadır.
Anayasanın 1111 numaralı kanunun 1. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur” ibaresi yer almaktadır. Ayrıca halk tarafından yazılı olmayan fakat neredeyse yasa görevi gören: “asker olmayan adam[1] olamaz”, “her Türk asker doğar” ya da “asker ocağı, peygamber ocağıdır” gibi ifadeler; sırasıyla, asker olmayanın erkek olamayacağı; asker olmayanın Türk olamayacağı ve asker olmayanın peygamber ocağından mahrum kalacağı; dolayısıyla bir anlamda dini bir vecibeyi yerine getiremeyeceği anlaşılmaktadır. Yazı boyunca bu üç cümlenin tek tek ele alınmasından ziyade; aynı konunun üç farklı örnekleri olması sebebiyle yalnızca biri izah edilecektir. En yaygın ve vurgusu daha fazla olan “her Türk asker doğar” ifadesi pragmatik düşünce üzerinden ele alınacaktır. Bunun için öncelikle mezkur ifadenin kendi içinde bir sorun oluşturması; sonrasında pragmatik tavır açısından nasıl değerlendirileceği ve yine pragmatik düşünceden mülhem bu probleme ilişkin çözümün ne olacağına dair bir değerlendirme kaleme alınacaktır.
“Her Türk asker doğar” ifadesinin kendi içinde önemli sorunlarından biri, Türk[2] olmak ile asker olmak arasında zorunlu bir ilişki kurulmasıdır. Nitekim Türk, sınırları belirli bir ulus devletin toprakları içinde doğan kişiye verilen sıfat iken; asker: orduda erden generale kadar herkese verilen bir isimdir ve bu anlamda birçok devletin ordusu söz konusu olduğunda, yalnızca Türk ile asker arasında zorunlu bir ilişkinin kurulması muhaldir. Ayrıca bu söylemin en temel köklerinden biri de yaşanılan tarihi tecrübedir. Bu tarihi tecrübe bağlamında yine şu ifade sıkça zikredilmektedir: “Türk devletsiz olmaz.” Özellikle imparatorluklar döneminde devletin varlığını sürdürebilmesi için güçlü ordulara ihtiyaç duyulmaktaydı. Ordunun en küçük birimini asker olarak bildiğimize göre böyle bir ifadenin tarihi tecrübeden kaynaklı olduğu anlaşılacaktır. Burada bir diğer problem ise; Klasik devlet ile modern devletin bireylerinin, devlet-vatandaş ilişkisi söz konusu olduğunda farklılaşmasıdır. Burada öncelikle klasik devlet ve modern devletten ne anladığımızı ifade etmek gerekir.
“Modern devlet, insanların tebaa değil, birey ve yurttaş adı altında ve doğal eşitlik ekseninde örgütlendikleri bir siyasal formdur. Modern devlet, tanrısal logosun muayyen bir toplumsal kategoriye bahşettiği, verili bir durum, bir entite değil; tabiaten özgür olan insanların iradi kararları ve sözleşmeleriyle kurdukları bir sosyo-politik organizasyondur. (…) Ayrıca modern devlet, temsili devlet olup, yalnızca imtiyazlı bir sınıfı değil, herkesi temsil eder” (HFSA, 2010, 221-222).
Burada, ayrıca klasik devlet tanımından ziyade modern devlet tanımından esinlenerek bazı çıkarımlarda bulunmak bize yetecektir. Çalışmanın mahiyeti açısından ve konunun dağılmaması için isabetli olacaktır. Buna göre; klasik devlet tanrısal bir gücün kendilerine bahşettiği imtiyazlı bir sınıf tarafından yönetilmektedir. Bu imtiyazlı mutlak güç sahibidir ve kendilerini denetleyecek hiçbir mekanizma söz konusu değildir. Devlet meşruiyetini tanrısal buyruktan almaktadır. Böyle bir devlet tasavvurunda birey olma yahut bireysellik söz konusu değildir. Burada amacım devletin politikalarını belirlerken tebaasına başvurmamasını vurgulamaktır.
Siyaset felsefesinin temel konuları olan yukarıdaki ifadeleri burada kullanmamın sebebi, zorunlu askerlik söz konusu olduğunda vicdani ret ve sivil itaatsizlik kavramsallaştırılmasını daha anlaşılır kılmaktır. Nitekim bu iki kavram modern ulus devletler kurulduktan sonra özellikle temayüz etmeye başlamıştır.
Vicdani Ret
Özellikle inancından dolayı askerlik yükümlülüğünü reddeden bireye karşılık gelen bir kavram olarak Vicdani Ret, genel olarak bireyin kendi ilkelerinden kaynaklı olarak ondan yapılması beklenen sorumluluğu kabul etmemesi (Demir, 2011, 244 Ayrıca, Mızrak, 2016, 118) şeklinde tanımlanmıştır. Bu kavram ilk olarak XVIIII. yüzyılın sonlarına doğru zorunlu aşı kullanımına karşı çıkmakla başlamış, ancak birinci dünya savaşıyla birlikte özellikle savaşı reddedenler için anılır olmaya başlamıştır. Yine bu kavram kürtaja karşı çıkmak içinde kullanılmıştır (Mızrak, 2016, 118).
Vicdani ret tavrını dini, ahlaki ve politik nedenlerden dolayı sergilenen tavrı, üç gruba ayırmak mümkündür. Dini nedenlerden dolayı reddedenler, özellikle kutsal kitabın öğretilerine uygun olmadığı için ya da pasifist tavrı benimseyen mezhebe müntesip oldukları için reddetmektedirler. Silah tutmayı reddeden bu grup için bazı devletlerde alternatif görevler sunulmaktadır. Hem de bu sayede devlete itaatsizlik yapılmamaktadır. Böylesi reddedenleri samimi addetmektedirler. İkinci olarak, etik birtakım kaidelere aidiyetten dolayı reddedenler de mevcuttur. Doğrudan ordu hiyerarşisini reddedenler için de sivil görevler sunulmaktadır. Üçüncü grup ise devletin laik tavrından mevcut siyasal rejimi kabul etmediklerinden dolayı, askerlik ya da devletin herhangi bir görevini reddetmektedirler. Devletler için en tehlikeli grup: mevcut siyasal rejimi benimsemeyen, onun meşruiyetini sorgulayan ve bunu açıkça dile getirip taraftar toplayan tavırdır. Bunun yanında antimilitarist tavrı da buraya koymak gerekir. Nitekim onlar şiddetin her türlüsüne karşı olmakla birlikte devleti militarist gördükleri için tehlikeli grup olarak sayılmaktadır (2016, 120-121).
Türkiye özelinde vicdani ret meselesi üzerine herhangi bir kanun tasarısı mevcut değildir. Bundan dolayı vicdani ret beyanlarını açıklayanlar çok ciddi yaptırımlara maruz kalmaktadır. Hatta literatüre de sivil ölüm şeklinde bir kavram girmiştir. Türkiye de vicdani ret beyanını sergileyenler ayrıca GBT tacizine de maruz kalmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’de vicdani ret tavrının kaynağının çoğunlukla politik tavırdan kaynaklandığı görülmektedir. Onlara göre eğer Türkiye’ de vicdani ret, hak olsaydı yüzbinlerce vicdani ret beyanı sergilenirdi.[3]
Sivil İtaatsizlik
Kısaca, adil olmayan bir yasaya karşı bireysel karşı duruşu ifade etmek şeklinde tanımlanmaktadır. Bu kavram terkibi XVIIII. yüzyılda ilk kez Henry David Thoreau tarafından kullanılmış; Thoreau kölelik kurumunun hiçbir meşru zemine bina edilemeyeceğinden mütevellit vergi borcunu ödememek şeklinde bireysel bir karşı duruş sergilemiştir (2016, 115). Bu şekilde genel bir tanım verilmekle birlikte birçok düşünür tarafından da kavram farklı anlaşılmıştır.
Burada vicdani ret bir sivil itaatsizlik midir? sorusu gündeme gelmektedir. Her iki tanımı ortaya koyduktan sonra bu soru için şunları söyleyebiliriz: politik tavırlı vicdani ret söylemini sivil itaatsizlik içerisinde değerlendirebiliriz. Politik tavırlı vicdani ret, devletin siyasi rejimini ve politik tercihlerini sorgulamakta hatta reddetmektedir. Militarist düşünceden kaynaklı vicdani reddi tercih edenlerde bu sınıfta değerlendirilmelidir.
Buraya kadar her Türk asker doğar ifadesinin kendi içinde neden sorunlu olduğu; hem mantıksal açıdan hem de sosyo-politik açıdan gösterilmeye çalışılmıştır. Gerekli görüldüğü yerde yukarıdaki ifadelere de atıf yapılarak pragmatik tavır açısından neden problemli bir söylem olduğu ele alınacaktır.
İlk olarak pragmatik felsefenin ne olduğunu ifade etmek gerekmektedir. 20. yüzyıl felsefesi söz konusu olduğunda felsefe tarihinde temayüz eden düşüncelerden biri de William James’in pragmatizm adlı eseriyle fazlasıyla katkıda bulunduğu Pragmatik felsefi düşüncedir. James’e göre: pragmatik tavrın esnek bir yapıya sahip olduğunu, iyi, doğru ve güzel sıfatlarının birtakım bireysel tecrübelerden mülhem adlandırıldığını söyleyebiliriz. Daha açık olarak söylersek, yaşama dair tercihlerimizin hayatımıza ne kadar yarar sağlamasıyla ilgili olmasıdır. Yani Tanrı inancına sahip birinin bu inançtan kaynaklı yaşamış olduğu kıvanç onun yaşamını daha yaşanabilir hale getirecektir. Bu kıvanç Tanrıtanımaz biri için de mümkündür. Aslında bu bölümü daha iyi anlamak için Pragmatizm’in doğruluk anlayışına bakmak gerekir.
Pragmatizm’in doğruluğa ilişkin tavrını James “Doğru, bize en iyi şekilde yol gösteren, yaşamın her bir parçasına en iyi şekilde uygunluk gösteren ve hiçbir şeyi dışarıda tutmaksızın deneyimlerin gereklerinin bir aradalığını mümkün kılandır” (2017, 81) şeklinde tanımlar. Doğruluk dediğimiz şey öznenin nesneye vermiş olduğu bir sıfattır. Burada nesne ile kastımız yalnızca bir cisme sahip olan bir şey değil hakkında konuşabileceğimiz her şeydir. Yani bir matematik nesne olarak, sayıları; bir fizik nesne olarak, bardağı; bir metafizik nesne olarak, Tanrı’yı örnek verebiliriz. Bizim bu tür nesnelere ilişkin verdiğimiz doğruluk sıfatı durağan ya da mutlak değil, değişkendir. Burayı biraz açmak gerekir: Nesneye dair bilgimizin o nesnenin bizim yaşamımıza ne tür yarar sağladığıyla alakalı olmasıdır. Ancak James asla bir gerçeklik akışını reddetmemekle birlikte; onun ne olduğunu bilemeyeceğimizi söylemektedir. Çünkü gerçeklik ile ilk karşılaştığımız anda onun pratik yaşamımıza dair ne tür yararı olduğuna dair tanımlama içerisine gireriz. Bu tanımlama değişkendir. Ben ağaca baktığımda atomların muazzam bir yapıya sahip olduğunu söylerken, bir başkası o ağaçta Tanrı’nın büyüklüğünü görebilir.
Buradan, akıl yürütme yaparak şöyle bir sonuca varırız: Pragmatik düşünce nazarında hiçbir gerçekliğin bir mutlaklığı söz konusu olamayacağı; böylelikle nesneye ilişkin tanımımızın içinde bulunmuş olduğumuz şartlara göre değişeceğidir. Dolayısıyla herhangi bir olguya ilişkin bir belirlenmişlik söz konusu olamaz.
Zorunlu askerlik konusunu pragmatik tavır üzerinden okuduğumuzda, karşımıza iki şekil çıkmaktadır: Birincisi doğrudan kanunların kişiye yüklemiş olduğu askerlik vazifesi; ikincisi ise, içinde bulunmuş olduğumuz kültürel kodların her Türk asker doğar ifadesiyle, ait olduğumuz milletle özdeşleştirmesidir.
İlk olarak her Türk asker doğar ifadesi, pragmatik açıdan problemlidir çünkü birinci olarak bu cümlede giriş paragrafında da ifade edildiği gibi asker olmak ile Türk olmak arasında zorunlu ilişki kurulmuştur. Oysa biz bu meseleyi deney dünyasına taşıdığımızda; her insanın bebek doğduğunu görmekteyiz.[4]
İkinci olarak böyle bir cümlenin kurulmasının sebebi, belirli bir tarih tecrübesini yaşanmasından kaynaklanmaktadır. Yani bugün Türk tarihi dendiğinde, vurgunun özellikle savaş ve siyasi tarihe olması[5], bu tür ifadeleri doğurmaktadır. Tarihin belirli bir döneminde mezkur ifadenin anlamlı olması, bugün de anlamını aynı şekilde koruyacağı anlamına gelmemektedir. Burası tam da pragmatik tavrın geçerli ya da anlamlı olduğu yerdir. Yani askerlik olgusu bir gerçeklik akışında, tarihin belirli bir zaman ve mekanında, bir milletin kimliğinin sıfatlarından birisi olmuştur. Fakat bugüne baktığımızda farklı sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bir tavır sergilenmektedir. Az önce ifade ettiğim her olgu kendi içinde açılımlara ihtiyaç duymakla birlikte; temerküz edilen konunun zorunlu askerliğin pragmatik değerlendirilmesi olduğundan, bu başlıklara ilişkin açıklama yapılmayacaktır. Ancak onlar için kısaca şu söylenebilir: paradigmanın değişimiyle insana, insanlar arası ilişkiye, değere, para ve siyasi politikalara ilişkin bakışın değişmesidir.
Kanunların bireye yüklemiş olduğu bir vazife olarak zorunlu askerlik, bugün pragmatik açıdan değerlendirildiğinde, klasik devlet ile modern devletin, devlet-vatandaş ilişkisi gündeme gelmektedir. Yukarıda bu konuyu ele almamın sebebi, burada tartışacağım konuyla doğrudan ilişkinin olmasından kaynaklanmaktadır.
Modern devletin vatandaşla arasındaki ilişkinin daha çok bir sözleşme ve rızaya dayandığı söz konusu olduğunda devlet, vatandaşının temel haklarını korumakla yükümlü tüzel kişi; ayrıca toplumsal organizasyonu tesis eden yapay bir kurumdur. Ayrıca modern devlette siyasi egemenlik, kaynağını halktan almaktadır. Bundan mütevellit böyle bir devlet tasavvurunda vatandaşın hakları daha fazla dikkate değer olmaktadır. Bu durum kanunlar ile de sağlanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 18/10/1982 kabul tarihli anayasasının 15. maddesinde şöyle temin edilmiştir: “Kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz.”
Modern devletin vatandaşına belirli bir düzende tesis edici olarak böyle bir hakkı ikame etmesi; vatandaşın kendi dini, ahlaki ya da politik tercihlerine karşı duran devletin, kanunlarına karşı bireysel karşı duruş hakkı tanımaktadır. Bu durum devlet-vatandaş arasında zorunlu askerlik söz konusu olduğunda bir sorun yaratmaktadır.
Bu soruna pragmatik açıdan çözüm üretmek gerektiğinde daha önce de ifade ettiğim, “eğer bu ülkede vicdani ret olsaydı yüzbinlerce vicdani retçi olurdu”[6] ifadesi aslında sorunu çözmek açısından temel referans olmaktadır. Ancak bu konu suiistimale açıktır. Bu suiistimal sorununu çözmek ise devletin görevidir. Yani devlet, zorunlu askerlik kanununu düzenlemekten ziyade, yeni bir kanun tasarısı ile vicdani ret hakkı, meşru zeminde ifade edilmesi için parlamentoya sunulmalıdır. Hatta daha doğru karar, referandumun yapılmasıdır. Böylelikle çoğunluğun kararının ne olduğu görülmüş olacaktır. Ancak burada bireyin pragmasına göre bir düzenleme söz konusudur. Diğer taraftan devletin pragması söz konusu olduğunda; yani herhangi bir savaş söz konusu olduğunda devletin uluslararası alanda emniyetini sağlayacak kurum zayıflamaktadır. Fakat burada askerlik ile polislik olgusunu karşılaştırdığımızda, insanlar bir şekilde devletin iç emniyetini sağlamak adına polis olmayı tercih ettikleri gibi, asker olmayı da tercih edeceklerdir.
KAYNAKÇA
James, William. Pragmatizm, çev. Tahir Karakaş, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Parlatır, İsmail v. dğr. “Asker”. Türk Dil Kurumu Sözlüğü. 144. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi, 1998.
Parlatır, İsmail v. dğr. “Türk”. Türk Dil Kurumu Sözlüğü. 2267. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi, 1998.
Toku, Neşet. “Klasik ve Modern Devlet”. Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar - V Sempozyum. 13-17 Eylül 2010 İstanbul: Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi.
Mızrak, Dilan. “Zorunlu Askerlik Hizmetine Karşı Vicdani Ret ve Sivil İtaatsizlik”. Türkiye Barolar Birliği Dergisi. 116 (2016): 113-134.
Demir, Hande Seher. “Vicdani Ret Hakkı”. Ankara Barosu Dergisi. 4 (2011): 239-283
“Vicdani retçi olmak | ‘Bu ülkede hak olsaydı, yüz binlerce vicdani retçi olacağından eminim’”. YouTube. 1 Mayıs 2020. Erişim 12 Haziran 2020.
https://www.youtube.com/watch?v=Q4GUB8FXEoA
[1] adamlık’tan erkek cinsiyetini kastediyorum.
[2] TDK’da Türk kavramına verilen tanım: “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse” şeklinde tanımlanmaktadır. Yazı boyunca Türk kavramı tanımdaki şekliyle anlaşılacaktır.
[3] Youtube, erişim: 12.06.2020. https://www.youtube.com/watch?v=Q4GUB8FXEoA
[4] Vicdani ret derneğinin hukuki bir davada savunmalarında kullandığı bir argümandır. https://www.youtube.com/watch?v=Q4GUB8FXEoA
[5]Böyle bir tavrın sergilenmesi, Türk-İslam entelektüel tarihinin ikinci planda kalmasına sebep olmuş, bundan dolayı entelektüel tarihimize ilişkin çalışmalar daha yenice tebarüz etmeye başlamıştır.
İbrahim
2020-07-23T17:02:36+03:00Rica ederim. Akademik dilde yazdığınız için böyle kapsamlı olması normal. Dediğiniz gibi çok malzemeli bir konu. Ben, kendi düşüncelerinizi yazdığınız bir yazı niyetiyle okuduğum için biraz ayrıntılı geldi.
Anayasa konusunda ise herhangi bir kanundan bahsedince Anayasa'dan bahsetmeye gerek yok. Kanunların Anayasa'ya uygun olması gerekiyor ama bunun dışında Anayasa ile bir ilgisi yok. Yani orada virgül de kurtarmaz.😊 Anayasa'yı komple çıkarmanız gerekiyor.
Burak Ayaz
2020-07-23T15:58:26+03:00İbrahim bey yorumunuz için teşekkür ederim. Bu yazıyı yaklaşık beş günde yetiştirmeye çalıştım. Aslında yazı, amacı bakımından hedefine ulaştı. Şu anlamda söylüyorum: ben bu yazıyı bir ödev niyetiyle yazdım ve ödeve göre Türkiye'de sorun olan bir meseleyi, o sorunun temel önermelerinden hareketle ya pragmatik ya da varoluşçu felsefe üzerinden ele almaktı. Bu anlamda problem yok. Aslında bu konu üzerine gidilse malzemesi çok ve belki bir yüksek lisans tezi dahi olabilir. Eğer vermiş olduğum yazılı kaynaklara bakarsanız James hariç birçoğu ikincil kaynak. Konuya dair çok ana metin okuyamadım. Yoksa hem siyaset felsefesi, hem hukuk felsefesi hem de pragmatizm üzerine iyi bir okuma yaparak çok daha anlaşılır ve dikkate değer yazı ortaya konabilir. Askerlik kanunu ile alakalı bölümde de daha önce de aynı uyarıyı başka birisi yapmıştı. Aslında orada "Anayasa" ifadesinin yanına virgül koysaydım herhalde anlam açısından sorun olmayacaktı. Uyarınız için de ayrıca teşekkür ederim.
İbrahim
2020-07-23T14:45:01+03:00Öncelikle emeğinize sağlık çok emek vererek yazmışsınız. İlgimi çeken bir konu olduğu için yazı dikkatimi çekti. Ama zorunlu askerlik konusu biraz ayrıntı içinde kaybolmuş gibi geldi bana. Konunun özelinde kalınarak yazılabilirdi diye düşünüyorum.
Bir de yazıya başlarken Anayasanın 1111 numaralı kanunu demişsiniz. Anayasanın kanunu olmaz. Anayasanın maddesi olur. (Hukuk birinci sınıfta kalma sebebi olacak derecede büyük bir hatadır.😊) Atıfta bulunduğunuz kanun 1111 sayılı Askerlik kanundur. Anayasa maddesi değildir.