Cezvenin altında yaz esintisiyle dans eden alevleri bir hipnoz gösterisindeymiş gibi seyrediyordum. Bir an için ateşin sıcaklığına dair koşullanmışlık beni göz bebeklerimin yandığı yanılgısına düşürdü. Neyse ki hafifçe esen rüzgar saniyelik de olsa ateşi kesiyor, gözlerim serinliyor, alevlerin yeniden harlanmasıyla aynı yangına düşüyordu.
Saat sabah sekiz buçuk... Her zamanki gibi alarmla girdiğim yarışın kazananı bendim. Birkaç yıl önceye kadar uyku, yanında huzur bulduğum bir dosttu. İnci'yi kaybettiğimden beri ise bu dostluk bir mecburiyete dönüşmüş ve ben her buluşmada masadan erken kalkar olmuştum. Uykunun dostluğu yerini, geceleri rüyalarımı uğrak yeri belleyen İnci'ye bırakmıştı. Çok değil sadece birkaç yıl önceyi düşündüğümde ne kadar kalabalık olduğuma şaşıyordum. Sevildiğime inandığım bir evliliğim, arkadaşlarım, ailem ve içimde bu kalabalığın neşesi olacak bir inci tanesi vardı. Ben bu düşüncelerle boğuşurken geceyi yanımda uyuyarak geçiren orta boylu kumral adam, beni göremediği için kendini kötü hissetmiş ve erkenden çıktığımı düşünmüş olsa gerek, içeriden bana sesleniyordu. Ona ilk tebessümümü, uyruğunun ve alfabesinin azizliğine uğrayarak ismimi telaffuz edemeyişini duyduğumda sunmuştum. Gülmeyi bilip bilmediğimi merak ediyor olmalıydı, o tebessümü alana dek tüm gece esprili bir dille konuştu. Ardından bana Bilge yerine ela gözlerimi çağrıştıran Hazel ismiyle seslenip seslenemeyeceğini sordu. Elbette seslenebilirdi, Hazel ismi Bilge’ye kıyasla bana daha çok aitti. Sadece duygularının savurduğu yerde nefes alabilen bir kadın olacağımı yıllar öncesinden öngörebilselerdi, eminim ki annem ve babam bana bu ismi verirken iki kez düşünürlerdi. Sözde sadece bir tebessüm ve bana seslenişiyle yetinen bu adamı daha önce bir yerde görmüş gibiydim, ama bir türlü çıkaramıyordum.
Kasığımdaki tanıdık ağrıyla uyandım. Tam iki yıldır akreple yelkovanın kucaklaştığı bu saatte, ben de ağrımla kucaklaşıyorum. Terapistime göre, ağrı psikolojik olabilirmiş. İki yıl süren ağrı mı olurmuş! Halbuki kimse, yuvarlak bir gölgenin, sol elinin bir parmağına öylece yerleşmesine şaşırmıyor. Nesnelerin bedenimizde bıraktığı izler bizi hayrete düşürmüyor ama söz konusu ruhumuzsa, ruh işçileri bile karşılaştıkları gölgelere şaşıp kalıyor. Tıpkı evlenirken taktığımız yüzüğü uzun süre orada kaldıktan sonra çıkarınca oluşan siyaha dönük iz gibi. Belki ruhumda da kocaman, yuvarlak ve gölgeli bir iz bırakmıştır. Komodinin üstündeki kırmızı kaplı küçük deftere ilişiyor gözüm. Anlaşılan dün gece yine geç saatlere kadar İnci’ye yazmışım. Yorganın altına girmeyi unutup yazarken uyuyakalmışım.
Aynı ağrı, aynı kabus. Daha kaç kez yitireceğim İnci’yi, meğer ne çok İnci’m varmış benim, içimde parçalana parçalana bitiyor sanki… İlkinde bir bütündü, dünya güzeli bir kız çocuğuydu. Uzun ve gür, siyah kirpiklerinin altından ancak henüz doğmamış birine özgü bir masumiyetle bakıyordu ela gözleri… Teni benim tenime benziyordu demek isterdim ama benzemek, böylesi bir canlının karşısında ancak daha çirkin olanın yapabileceği bir iştir. Benim tenim onun tenine benziyordu. Nihayetinde tanrı kimseye benzemez, ancak evrendeki diğer her şey ona benzeyebilir. Saçları kumral ve gürdü, güneş İnci’nin saçlarına benziyordu. Elleri küçücüktü ama gözlerimden dökülen incileri silebiliyordu. Bu rüyayı ilk görüşümde hayatım boyunca bende var olan o his içimi doldurmuştu: İnci hem çok kırılgan ve narindi hem de küçücük bedenine rağmen fazlasıyla güçlüydü. Yıllarca annemde, ablamda, kız kardeşimde ve kendimde hissettiğim ve bir müddet sonra unuttuğum o hissi, İnci minik ve tazecik avuçlarında getiriyordu bana. Günler geçtikçe rüyalar değişiyor, kabusa dönüyordu. Önce saçları gidiyordu İnci’nin, ardından teni ve gözleri ışıldamayı bırakıyordu. En son elleri dokunmayı… Ve İnci, bir ultrason fotoğrafı olarak sessiz ve renksiz bir biçimde kırmızı kaplı defterin arasına giriyordu.
Nihayet bu düşüncelerden sıyrılıp yatağımdan kalktım. Yaşamak yine ensemde, bir eniğin tasmasından tutar gibi tutuyor beni, yaşamak zorundayım. Ağrılar ve kabuslar, izler ve yaralar kurtaramaz beni. Sadece beni değil, kimseyi kurtaramaz. Ben kimim? Beni diğer herkesten farklı kılan ne? Dünyayla baş edemeyeceğini bile bile bunun için didinip duran biriyim sadece. Tasmanın ucu onun elinde. Ne kadar debelenirsem debeleneyim uzaklaşabileceğim yer belli.
Hepsine alıştım, her şeyi bir yere kadar anlayabildim çünkü öyledir insan, bir yere kadar anlayabilir. Bir yere kadar dahi anlayamadığım tek bir mesele vardı; rüyalar yerini kabuslara bırakırken neden İnci’nin yanında İnci’nin babasını değil de Mahir’i görüyordum? İkisini bir trene bindiriyorum, eski bir tren bu. Gülüşü Mahir gibi çocuksu bir neşeyle. Babasından aldığı tek bir özellik bile yok. İnci, Mahir’in kucağında. Gülümsüyorlar. El sallıyorum ikisine birden, ben de gülümsüyorum, vedaların getirdiği bir zorakilikle. Tren hareket ediyor, ardından kasığımda dayanılmaz bir ağrı... Raylar bacaklarımın arasından süzülen kanla doluyor. Bu kadar kan benden çıkmış olamaz, İnci bu kadar büyümedi ki içimde diye düşünüyorum ama benim kanım bu. Tüm istasyon kanla doluyor. Adeta kandan bir tufanın altında kalıyor tren. Ağrıyla uyanıyorum. Bir damla bile kan yok ama bedenim ter içinde.
Gevezeliği huy edinmiş midemi susturmak için yatağımla bedenim arasındaki fiziksel bağı koparıp mutfağa doğru ilerliyorum. Bütün gece sanki bir koşu bandında kilometrelerce koşmuşçasına açım ancak her sabah olduğu gibi bu açlık kahvaltı masasına değin sürüyor. Ardından elimdeki çatalla zeytinleri dövüyorum, birkaç lokmada bitiyor kahvaltım. En son ne zaman karıştı kahkahalarım çatal bıçak sesine diye düşünüyorum bu kez de. Hayatımız bir yerden sonra rutinlerimize dönüşüyor. Benim hayatım da bir süredir bu kadardı işte, o güne dek. Birkaç zeytin, İnci’ye yazdığım kırmızı kapaklı bir defter, alarmlardan önce uyanma, istasyondaki rüya ve kasıklarımdaki şiddetli ağrı. Ta ki o güne dek…
Erkenden ofise gidiyorum. Öğlene kadar birkaç işimi hallediyorum. Akrep ve yelkovan, hayatımı değiştirecek o zaman kuyusuna girmek için duvarlardan tırmanıyor. Ardından kapı çalıyor. Akrep ve yelkovan kuyunun ıslak duvarlarından aşağı düşüyor. İçeri yirmili yaşlarında, orta boylu, üzerinde basma bir etek ve gündelik bir kazak olan sarışın yeşil gözlü bir kadın giriyor. Boynunda bana küçük, tarihi bir kenti hatırlatan altın sarısı kolyesiyle… Kolyeyi görünce kekeliyorum. “H…Hoş geldiniz, Zülal Hanım’dı değil mi? Buyurun oturun lütfen. Evet evet, şöyle oturabilirsiniz. Bir şey içer misiniz?”
Zülal gördüğü bu küçük ilgi ve saygı karşısında ne yapacağını şaşırıyor, elini ayağını koyacak yer bulamıyor. İnsan alışkanlıklarına nasıl da sıkı sıkıya bağlı diye düşünmeden edemiyorum. Bizi o çemberin dışında bir cennet dahi bekliyor olsa, sırf alıştığımızdan çemberin içinde kalacağız diye inat etmeye meyilli yaradılışımız. Usulca çalışma masamın hemen bitişiğindeki tekli koltuklardan birine oturuyor. Öyle kararsız ki sanki kendi iradesiyle oturmuyor, yer çekimi denilen kuvvet onu omuzlarından tutup koltuğa atıyor. Zülal’in kararsızlığı görüşme boyunca devam ediyor. Neyse ki insanlara yaşamları boyunca alışık olmadığı şeyleri göstermenin onları nasıl şaşkına çevirdiğini iyi biliyorum ve Zülal’in tavırlarını tuhaf bulmuyorum. Aslına bakarsanız biraz da anlatacaklarını duyduktan sonra çekingenliğine olan şaşkınlığım bitiyor. Büyük bir sıradanlıkla anlatacaklarını bekliyorum başta. “Teşekkür ederim Bilge Hanım, bir şey içmeyeceğim.” diyerek beni nezaketle reddediyor. Başımı hafifçe “Pekala.” anlamında eğiyorum. Ve işte ben ve Narin’in, Bilge ve Bilge’nin, Bilge ve İnci’nin öyküsü burada başlıyor. Bu hafif kısa boylu, boynunda eski kentlere ve zamanlara ait kolyesiyle kapıdan içeri giren kumral kadın sanki elinde tükenmez bir kalemle bu öyküyü yazmaya başlıyor. “İnsanlar, birbirleri için yazdıkları öyküyü kader diye yaşarlar.” diyorum, İnci’ye bir mektubumda. Gözlerim Zülal’in boynundaki kolyeye dalmış, küçük notlar tutmak için kullandığım kalemin kapağını kapatırken bu mektupları karşımda acıdan bir beden olarak oturan kadına vereceğimden habersiz, kendisiyle bir daha rastlaşmayacağımızı düşünerek Zülal’i uğurluyorum.
Çağla Nur Çavdar
2020-08-12T18:05:26+03:00Çok teşekkür ederim, zaman ve mekan konusunda öyküde bir düşüklük var ben de bunun farkına vardım sizler sayesinde. Umuyorum ki serinin devamında bunu gidereceğim. Sağlıcakla kalın :)
Çağla Nur Çavdar
2020-08-11T16:01:24+03:00Estağfurullah, eleştirilerinizi muhakkak değerlendireceğim. Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim :)
Eren Albayrak
2020-08-11T15:58:06+03:00Değerli yazar, öyküyü oluşturan bileşenler, kabul gören kalıplar ya da kimileyin yalnızca yazarın özgün kurallarının geçerli sayıldığı bir alandan söz ederken kesinlikten olabildiğince kaçınmak gerekliliğinin farkındayım. Yine de bu bize tümüyle dış ve aykırı alanlar yaratma imkanı tanımaz. Eğer böyle bir esneklikten bahis açıyor olsaydık edebiyatta tekninten söz etmek epey zorlaşırdı. Sizin de kabul edeceğiniz üzere edebiyata yön veren şeylerden biri akımlar, yani edebiyatın belli kırılmalar yaşayarak, bütünsel olarak temasının yönelimler gerçekleştirmesidir. Sizin yazınız için bütün bunlardan söz açmanın gereği yok. Öte yandan öykünün olaylar ve durumları hedef alarak ortaya konmasındaki kıstaslardan referans vermenizden yukarıda sözünü ettiğim etmenlerle bağdaştırdığınız düşüncesini anlıyorum. Şu durumda, duruma bağlı öykülerin kurgusal yapısını daha derinden analiz etmelisiniz. Son derece başarısız bir okur ve yazar olarak aklıma gelmişken öykünüzdeki zaman kullanımının da son derece hatalı olduğunu söylemek isterim. Anlatıcı için bu öykü ne zaman yaşanıyor, sahneler ne kadar sürede yaşanıyor ve bu süre içerisinde bilinç akışı ne kadar taşıyor ya da eksik kalıyor? Farkında olmadan sizi kızdırdıysam, sizi anlayamadıysam ya da doğru açıdan bakmıyorsam affınıza sığınırım. Potansiyelinizin farkındayım. Elinize sağlık.
Çağla Nur Çavdar
2020-08-11T15:24:53+03:00Merhaba, öncelikle yorumunuz için çok teşekkür ederim. Tavsiyelerinizi dikkate aldığımı belirterek şu bilgiyi verme gereksinimi hissediyorum. Aslına bakarsanız, öykü tek bir çeşit değildir, öykünün de çeşitleri vardır. Benim öyküdeki çizgim genel anlamda "durum hikayesi" denilen tarz. Durum hikayelerinde üst üste gerçekleşen olaylar silsilesi yerine daha az olay ve karakterlerin ruh tahlili verilir. Dil konusuna gelecek olursam, aslına bakarsanız çok süslü bir dilim olmadığını düşünüyorum :) Ne anlattığımız kadar nasıl anlattığımızın da çok önemli olduğuna inananlardanım. Eleştirinizi anladım, ancak söylediğim gibi durum hikayelerinde bol bol ruh tahlillerine yer verilir. Klasik öyküden biraz daha farklı bir tarz. Tekrardan teşekkür ederim, sağlıcakla kalın.
Eren Albayrak
2020-08-11T14:58:30+03:00Anlattıklarınızın, onları nasıl anlattığıızdan daha önemli olduğunu nihayet anladığınızda ortaya çıkardığınız iş, hepimizin daha çok içine sinecektir. Bu haliyle şiirsel bir günlükten pek farkı yok. Öykü yazmanın güzel kelimelerin bir araya gelmesi olarak algılanmadığı durumlarda iyi bir potansiyel taşıdığınız söylenebilir. Aklınızdaki hikayeyi bize aktarmanın en iyi yolunun seçtiğiniz yol olup olmadığını kendi içinizde bir kez daha tartışmanızı, basit ve çok da zeki olmayan bir okuyucu olarak size tavsiye ederim. Elinize sağlık.
Çağla Nur Çavdar
2020-08-11T01:09:09+03:00Öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim, evet genelde yalnızlık ve hüzün duyguları hakim oluyor öykülerimde, bu seride de öyle olacak. Her bir karakteri yakından tanıyacağız devamında çünkü tek bir ana karakter yaratmak istemedim, hikaye birkaç kadın üzerinden dönecek :) Tekrardan teşekkür ediyorum.
Yusuf Sun
2020-08-11T01:01:59+03:00Kasvetli bir havası vardı öykünüzün. Bence sizde, bize bu kasvetli havayı yansıtmak istemişsiniz. Rüya ve hülyalar bu öykünün temelini oluşturacak gibi. Karakterleri bize biraz daha tanıtıp öyküye heyecan katabilirsiniz. Yazmaya devam edelim. Kaleminize sağlık.
Çağla Nur Çavdar
2020-08-11T00:45:42+03:00Teşekkür ederim Muhammed. Evet anlatımın yer yer düştüğü hususunda haklısın, öncekiler için bunu hissetmemiştim ama bunu yazarken ve gönderirken bende de böyle bir his oluştu. Yazarken hissederek yazdığımı söylemişsin, bu konuda da haklısın ve aslına bakarsan bu öyküde bulunan anlatımdaki düşmede hissiyatıma bağlı gelişti, motivasyonum biraz eksikti diyebilirim. Umarım öykünün devamında bunu giderebilirim :) Tekrardan çok teşekkürler.
Muhammed Dalpalta
2020-08-11T00:41:48+03:00Öncelikle alıştığım ve sevdiğim tarzın dışında bir kalemin var. Anlatım yer yer düşüyor. Bazı yerler sıkıcı olabiliyor. Bunların yanında üslubun metni sonuna kadar okumaya itiyor. Kaleminden çıkacak bir romanı merakla bekliyorum. Yazarken yaşadığını ve hissettiğini düşünüyorum. Kalemine sağlık.
Çağla Nur Çavdar
2020-08-11T00:10:45+03:00Değerli yorumlarını eksik etmediğin için çok teşekkür ederim Aslı! :) 🌺 Umuyorum ki devam edeceğim..
Aslı
2020-08-11T00:01:38+03:00Kalemini çok güçlü buluyorum. Lütfen yazmaya devam et.🌸