“Hiç bilmediğin, tanımadığın, bambaşka bir dünyaya gireceğinin farkında mısın?”
Herkesin, kendine doğru koşarak ve büyük bir ihtişamla gelen bir tehlikeye sonuna kadar kucak açtığı anlar vardır. Benim için bu soru, öyle bir andı. Tam da böyle anların gerektirdiği gibi kollarıma kendini bırakacak tehlikeyi kucaklamak için düşünmeden, hesaplamadan, korkusuzca ve kendimden emin cevapladım: “Ben bu hiç bilmediğim, tanımadığım, bu bambaşka dünyayı en az seni sevdiğim kadar seviyorum.”
Yusuf, bu kısacık an için ödeyeceğimiz bedelleri bilseydi, muhtemelen gözleri gözlerimden bu kadar kısa sürede yuvalarına dönmezdi. Ancak bu ihtimalde, pişmanlık ve çaresizliğin getirdiği o gerçek ve derin kederi literatürden silmemiz gerekirdi. Birçok türkünün, şarkının, şiirin, romanın ana rahmi olan kadere boyun eğmeyi de. Tabii o zamanlar kadere olan bakış açım, şimdikinden çok farklıydı. Şimdi anlıyorum ki insan, başkalarının kendisi için yazdığı hikayeyi kader diye yaşar. Çünkü kader Tanrı’dan; hikayeler insandan kaynaklanır ve insan ancak bir yaratıcının karşısında kendi acziyetini kabullenmekten çekinmez. Bir başkasına gösterdiğimiz yersiz gururun en çok da kendimize ulaşmada engel olduğunu bilseydik; belki kendi kaderimizi yazar, kendimizi de Tanrı’dan azat ederdik. Bizse gururdan putumuzla bize sunulan çember içinde özerkliğimizi ilan etmeyi seçtik.
Çemberin dışına çıkıp sınırsız, boşlukta ama gerçek özgürlüğümü elime alarak anlattığım hikayem, benim kaderim, Yusuf’un ve babamın kaleminden çıkma trajik bir romandan ibaretti. Çok yakında ruhum özgürlüğüne kavuşacağı için gururdan yapılma putumu bozdum, kendimi Tanrı’dan azat ederek anlatıyorum bu hikayeyi. Herkes gibi ben de seçmediğim bir aileye doğdum, burası tamam. Ancak Yusuf’u ben seçmiştim. Sebebi ise çok basitti, düşünmeden yaşama arzusu. Yusuf’un nefes aldığı her yeni güne duyduğu aşk. Benimse her yeni günüme tutsaklık, ölüm korkusu, hayatın sonuna çok yakın olma hissi hakimdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, ben bir de Yusuf’un bu sevdasını üstüme alınmış, bana duyduğunu zannettiğim bu sevdadan ancak çocukların inanacağı bir masal yaratmıştım. Bizim dilimizde sevdayı oluşturan harfler bile farklıydı halbuki. Bana sunduğu korkusuzca yaşama arzusu öyle göz kamaştırıcıydı ki, Yusuf’la birlikte bir günde sevdiğim şeyler artıvermişti. Sevdanın beş değil dört harfli oluşu, Yusuf’un kalbinden doğurduğu çocuklar, Yusuf’un renkleri, Yusuf’un türküleri… Yusuf’un, gözlerimdeki korkuya dayanarak sorduğu o soruda bahsettiği koca dünya. Bir günde başka bir bozkırın çocuğu olmuştum. Kovan mermisinden oyuncaklar yapıp oynadığım, çocuk yaşıma rağmen tüm tehlikenin farkında olsam da gülmeyi hiç terk etmediğim bir geçmişim, yüzyıllarım, soyağacım olmuştu. Yusuf’un “Farkında mısın?” dediği dünyaya ben kalbimle, zihnimle ve bedenimle bağlanmıştım. Asıl farkında olmayan oydu.
Benim ailemde ise erkekler kadınlar için böylesi bir yaşam arzusundan ziyade, daha çok ölüm korkusunu ve yalnızlığı ifade ederdi. Kadınlar yalnızca tek başına hayatta kalmaya çalışmaz, bir de erkeği yük olarak sırtında taşır, beli incinirse azar yerdi. Yusuf’sa o büyüleyici dünyasına girmeme izin vererek, yan yana yürürken endişelerimi hissederek, gözümdeki korkuyu görerek, şarkılarıma eşlik ederek bana adeta yaşamımın önemli olduğunu hissettiriyordu. Doğuşumdan beri sırtımda taşıdığım görünmezlik pelerinini elleriyle çıkarıp bir daha indirmemek üzere evimizin girişindeki portmantoya asıyordu. Onu sadece sırtımda değil kalbimde bir cam kırığı olarak taşıdığımı bildiği için pelerine kızıyor, “Narin’imi nasıl incitirsin, burada sonsuza dek çürümeye mahkumsun!” diye bağırıyordu. İnsanlara yaşamları boyunca alışık olmadığı şeyleri göstermenin onları nasıl şaşkına çevirdiğini bilmiyordu Yusuf.
Tanışıklığımızın nasıl olduğuna gelecek olursak, aslında pek bir önemi yok. Sadece çok kısa bir sürede olduğunu söyleyebilirim. Sırtımdaki yükü ailemin kadınlarının sırtına yükleyip, başka bir şehre sadece kendimi taşıyacağım bir ömür için gitmiştim. Oradaki hiçbir şey bana ait değildi, ismim bile. Narin olmak şöyle bir kenara dursun, fiziksel acıya karşı çok dayanıklıydım. Saçlarım, giydiklerim, dinlediklerim, yiyip içtiklerim, alışkanlıklarım, korkularım… Hepsi, hepsi seçemediklerimin bir sonucu olarak bana ait olduğuna inandırıldığım şeylerdi. Gittiğim yerde kendimle ilgili her şeyi ben seçecektim, tümüyle kendime ait bir hayatım olacaktı, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sının Narin’e özgü halini yazacaktım. Yazdığım kaleme, kağıda kadar kendim seçecektim.
Ama öyle olmadı. Biraz hırs ve kararlılık biraz da korkuyla ilk adımlarımı attığım bu yolda, kendimi devlerden bile büyük gördüğüm kibrimle günlerimi geçirirken Yusuf’a aşık oldum ve her özgürlük gibi sınırsız, korkusuz ama çember içindeki özerklikten farklı olarak gerçek özgürlüğümün bedelini önce Yusuf’la, ardından yükleriyle baş başa bırakıp gittiğim kadınlarla vedalaştıktan sonra erkeklerin mahkemesinde infaz edilerek ödeyecektim. Yusuf'un aşkı, benim değil gitmemin, görmemin dahi yasak olduğu o çemberin dışındaki sonsuz dünyaydı.