Her gününe uyandığım cenaze sonunda kalkıp gitmiş. Mezarlığı ateşe verip arkama bakmamışım da içimden boşluk dahi geçmemiş. Yeni bedenler olmadan, yeni çarpışmalar yaşanmadan. Harlanan alevden havaya karışan birkaç parça kül gibi uçup gitmiş acılar, arkasına düşmemişim. Arkama da düşsünler istememişim. Yakıp yıkmak öfkeye özgü değilmiş, bu yaşıma kattığım en değerli bilgi bu oldu. Sessizliğin içinde de cesarete denk gelip şaşırıyormuş insan. Kocaman aynasına bakıp kendiliğinde beğeniyormuş bedenini. Ateş yakmadığından, kendi de uçuşan küllere benzeyip süzülüyormuş bırakmışlığın rahatlığıyla. Kanatların kırılmasından korkmadan uçup gidebiliyormuş. Geçmişin de arka kapısı varmış, güvenlikler görmeden gizlice kaçmak gerekiyormuş.
Şimdilerde öğreniyorum ki parçalanmanın bıraktığı boşluklardan giriyormuş güneş ışığı. Başta aydınlığı gözlerini yakıyor ama alıştığında dünyada ilk gününü geçiren bir bebek gibi nasıl da heyecanla doluyorsun. İlk defa yaşıyor, ilk defa deneyimliyor gibi her şeyi. O noktada, tam o noktada. Artık noktanın denk düştüğü yer haritanda her neredeyse. Kötü geçen bir gece, huzursuzlukla uyandığın bir sabah, ezberlediğin yolda yürüdüğün öylesine bir an ya da bambaşka bir yer. O noktada üstünde yürüdüğünü hissettiğin, tedirginliği içini titreten ip kopuyor. Düşmek ilk kez acına değil, yüzünü okşayan rüzgara odaklanmana sebep oluyor ve sen bir anda olmuş varsaysan da yılların verdiği savaş, böyle basit bir günde bitiyor. Kahvaltı masasına oturduğunda çay demlese miydim diye düşünürken.