Kıtalar arası bir dünyada geziniyor ruhum. Kocaman bir okyanusta küçücük bir dalga gibi. Fırtına yaklaşırken dalgalar üstünde uçuşan bir kelebek ya da. Güneş gözlerimi alıyor. Bir hırıltı duyuyorum. Kalbimden mi geliyor? Sahiden de kalbim hırlıyor bana! Güneş ışığında bir köpek gibi. Öylesine susamış ki rüzgâra dil çıkarıyor. Birini hatırlıyorum. Elinde olsa deniz ve lavanta kokacak, elimde olsa adını özveri koyacağım birini. Bu gri ve teknik şehirde rengârenk bir başka ruh. Düşünürken onu, uykum geliyor. Göz kapaklarımda Bombshell kadar tatlı bir hatıra. Bu hatıranın ağırlığıyla mayışıyorum. Tüm organlarım da benimle beraber mayışıyor. Gözlerimi kapıyorum. Ufak bir serinlik hissediyorum burun deliklerimde. Kıştan çıkma bahar kokusu. Yaza az kaldı. Yeniden buluşacağız. Lille'e de bahar geldiği vakit. İki bin mil çok da uzak değil. Ne tuhaf, ellerimde uyuyan bir hatıra var. Ayağıma bir numara büyük gelen terliklerimizden öğrenmiştim o gün ukuleleyi. Ah ve o bal tadında şarap da neydi öyle? Tadı hâlâ damağımda. Tadın... Şimdi ayağıma tam gelen terliklerimden öğreniyorum zamanın viskozitesini. Neredeyse çeyrek yüzyıl bekledim karşılaşmak için. Küçücük bir mevsim daha ne ki?

Bekleyebilirim.