Üniversitedeyken çok heyecanlıydı. İlk gençlik yılları... İnsanın en büyük serveti, enerjisi yanındaydı. Hiç bitmeyecek gibi geçirdiği dört senede, bugünkünün aksine, hayalleri vardı, umudu vardı. Önce umudunu aldılar elinden, bir kere geldiği dünyada mutlu olma umudunu... "Coğrafya kaderdir" diye diye boyun eğdi yaşadığı acılara. Hayata karşı verdiği tavizler onu günden güne değiştirmiş, baştan yaratmıştı sanki. Onu eski benliğine bağlayan tek şey, hayalleriydi. Sonra hayallerini aldılar elinden, masabaşı bir iş verdiler. Kukla olmuştu, canlı bir kukla... Hiçbir şeye müdahale edemiyordu. Düşünebiliyor, hissedebiliyor ancak engelleyemiyordu. Yatalak bir hastanın tüm dünyasının bir oda olmasıyla aynı şeydi yaşadığı.
"Öleceğim!" diye avutuyordu kendini. Ne acı! Bir insanın ölmeye yatması... Ona göre o, zaten yoktu; yarın da olmaması, toz olması ne değiştirirdi ki? Neden yaşamak isterdi insan, var olduğundan beri kahır çektiği; kibrin alçakgönüllülüğe, kabalığın kibarlığa, kılıcın kaleme hüküm sürdüğü dünya neden sevilirdi? İnsan, hayal kurdurup hayal çalan bu dünyada neden yaşamak isterdi?
"Yaşadım diyebilmek için..." Yaşamı sorgulamıştı, sorgulayacaktı da.