Geceydi ve her yer karanlık. İşten eve dönüş yolunda, düşüncelere boğulmuş halde ilerliyordu. Çukuru bulduğu kahvenin yanından geçti, hiçbir şey değişmemişti. Yine ülkeler kuruluyor ve yıkılıyor, yine üçüncü sınıf komedi filmine kahkahalar eşlik ediyor ve yine taşlar hızlı, anlamsız bir şekilde ses çıkarıyordu. Bu durum ona nedensiz bir öfke getirdi, önceden olsa sadece içlenirdi.


Kulağında kulaklık; sözler Nazım’ın, ses Hümeyra’nındı. ‘’Yaşamaya Dair’’ diyordu Nazım her şeye rağmen yaşama tutunmak diyordu insanın kavgası. Bir nebze olsun öfkesi hafiflemişti. Kahveyi geçtikten sonra mezarlığı karşısında görecekti, mezarlıktan sonrası ise evi. Nefeslenmek istedi, kaldırıma çöktü bi’ sigara yaktı. Etrafı izledi. Kahvedekilerin ölülerin karşısında oynadığı oyunu düşündü, güldü. Acıyarak güldü. ‘’Ölüm bu kadar yakınken, bu kadar gamsız olmak…’’ diye sayıklarken kulağındaki müziğe farklı sesler karışmaya başladı. Pop müzikti, dışarıdan geliyordu. Kulaklığının bir tekini çıkardığında 20-21 yaşlarındaki iki gencin külüstür bir arabayla hızla yaklaştığını gördü.


Kaza oldu. Her şey iki saniye içerisinde gerçekleşti. Koşarak yerde yatan adamın yanına gitti. Kahvede çay içtiği ‘’gri sakallı, tekinsiz ihtiyar’’dı yerde yatan. Sigarasından derin bir nefes aldı, öyle veda etti ihtiyara. Polis ve hastane arandı; gençler karakola, ihtiyar ise siyah bir torbanın içinde ebedi istirahatgahından önceki durağa gitti.

-Götürmeselerdi, diye düşündü, hazır mezarlığın önündeyken malum olan sondan niye uzaklaştırıyorlardı ki?-

Şarkıyı dinlerken bir sigara yakmak için durmasa yerde yatan, torbaya konan o olabilirdi. Nazım’a ve Hümeyra’ya teşekkür etti.

‘’Kiminin öldüğü, kiminin kaldığı / Hoşuma gidiyor’’ mısralarını okuyarak evin yolunu tuttu. Ölüm nedir bulmuştu.