GÜN-101

Bunca karanlığın içerisinde kavrulurken, nasıl gülüneceğini, nasıl eğlenileceği unuttuğum bu zamanlarda hayat yeni bir oyun oynamaya başladı bana. Hatırladım gülüşleri. Eğlenceyi, ağzım sonuna kadar açıkken kahkahalar atmayı. Oyunun adı Martı. Yo değil, artist. Bir martının kahkahalarına sahip kadın. Bir anda hayatımın içerisinde belirip tüm neşesini zerk etti çürümüş yüreğime. Uzun zamandır bir insanla böylesine uzun konuşmalar yaptığımı, böylesine eğlendiğimi hatırlamıyorum konuşurken. Utangaç bir çocuk gibi. Yıllarca saklanmış, korkmuş, içine çökmüş neşesiyle gizlenmiş gülüşünün ardında. İnsanlara ne denli göstermişse kahkahalarını, içi o denli çürükmüş onun da. Bir deli daha yazın haneme hakim bey! Bu deli kadın, deliliğiyle yaşamayı öğrenmiş yıllarında. Her geçen gün biraz daha fark ediyorum içinde bulunduğu, içinden çıkılamaz hezeyanları. O henüz bilmiyor ama kendisi ciddi derecede büyük bir delilikle baş ediyor. Paranoyaları hat safhaya ulaşıyor dönem dönem. Beyaz bir arabası var mesela, sürekli onu takip eden, izleyen. Defalarca polisi aramış zamanında. Şimdiyse öğrenmiş onunla yaşamayı. Anoreksiya olmuş bir dönem. Başka bir döneminde bankadan para çektikten sonra ıslak mendille tuşların üstünü silmiş. Tavırları, yaşam tarzı, hareketleri ve neşesine baktığınızda rahat ve umursamaz bir kişilikle karşılaşmayı beklersiniz. Evet, dışarıdan bakıldığında öyledir. Ancak o henüz on dokuz yaşında bir bakire. Yaşadığı çevreye, güzelliğine, rahat görünen zihnine ve hayatına baktığınızda çılgın bir seks hayatı beklerken bir bakireyle karşılaşırsınız. Beyaz arabadan korktuğu kadar insanlardan da korkuyor Martı. Kendini açmaktan, zihnindekileri göstermekten, anlaşılmamaktan, görülmemekten korkuyor. En çok da görülmemekten korkuyor. İnsanların onu görmezden gelmesinden. İlgi çekememekten. Saçlarının örgüsünü açıyor, korkuyor artık insanlar onu göremeyecek diye. Bazen sınırları zorlayıp tekrar Anoreksiya olmayı bile düşünüyor görünür olabilmek için. Şizofreninin en zor yanlarından biri dostlarım, görünmez olmak. İyi bilirim, bu belirti bende de mevcut çokça. O rastalar, o tehlikeli sporlar, o soytarılıklar neyin eseri sanıyorsunuz? Ben artık büyüyorum. Ben artık hastalığımla yaşamayı öğreniyorum. Ben onu tanıyor ve üzerine üzerine koşuyorum. Rastalarımı kesiyorum mesela, görünmez olacağımı bile bile. Ben artık görünmez olmaktan korkmuyorum! Yalan! Yalan! Ödüm kopuyor yine görünmez olacağım diye. Martı utanıyor kendini açmaktan. Yanımda giyinemiyor mesela, onu öpmeme, dokunmama izin vermesine, benimle sarılarak günlerce uyumasına rağmen. Ona dokunurken sesini çıkartmıyor mesela. Başka kadınları inleten, vücutlarını büken dokunuşlara karşı koyuyor utancından. Üzülüyor sonra, ben böyle olmak istemiyorum diyor. Ama o bir Martı. Yo hayır, bir artist... Şiirler okuyor bana güzel ağzıyla. Mest ediyor zihnimi, kulaklarımı. İçimde sıcaklıklar beliriyor onun gülüşünü gördükçe, sesini duydukça. Ürkek sarılışı, öpeceğim dediğimde korkarak yanağını uzatışı zoruma gidiyor aslına bakarsanız. Ben alışmamışım etrafımda içinden geldiği gibi davranamayan insanlara. Bulundurmamışım çünkü bugüne dek onları hayatımda. Gördüğüm anda kaçmış, gördüğüm anda uzaklaştırmışım yanımdan. Kendi olamayan insanları ne yapayım ben! Ama martı öyle değil. Martı, yardıma muhtaç küçük bir kız çocuğu hala. Elinden tutsan seninle gelecek götürdüğün yere. Babasını kaybetmiş küçük yaşta. İç sesinden başka arkadaşı kalmamış yıllarca. Onun içindeki ses benimki gibi değil, naif, yardımsever bir ses. Benimki gibi ölüme aç, uslanmaz, karanlık, yıkıcı bir ses değil. Umarım yıllar içinde dönüşmez o güzel sesi bir hezeyana. Şu an çöküş döneminde. Mutlu olamıyor ne yapsa. Etrafında onu seven onlarca insan, harika bir sosyal ortamı ve sonsuz kahkahalar olmasına rağmen. Sahte buluyor hepsini ve bana sarılıyor. Onun benim hayatıma zerk edişinden daha yüksek dozda zerk oluyorum onun hayatına, hissediyorum. Onu kırmaktan korkuyorum ancak adım gibi biliyorum ki onu parçalarına ayıracağım. Çünkü o bir Martı, bense gözünü kan bürümüş, yaşlı, çirkin, kirli, ruhu karanlığa bulanmış bir kuzgunum. Ben karanlığım!

 


GÜN-102

Ameliyat olalı bir hafta oldu. Tam bir haftadır "kolum yok! kolum yok!" diye geziniyorum ortalıkta. Bu bir haftayı lanetimin içinde geçirdim. Doğduğum kasabaya, ailemin yanına dönmek zorunda kaldım rehabilitasyon süreci için. Anne yemekleri, sevgi, şefkat ve rahatlık içerisinde verimli bir süreç oldu bu benim adıma. Eski arkadaşlarımla karşılaşmalarım, tiyatroya geri dönüşüm, her biri ruhumu okşayan, güzel vakitlerdi. Özellikle son işsiz zamanlarımda kendimi eve kapatmış ve kimsesiz olduğumu hesaba katarsak bu küçük sosyallik ağzıma bir kaşık bal çalmıştı. Özellikle tiyatro sayesinde tekrar hayatta hissettim kendimi. Gözlerin benim üzerimde olması, bir şeyi becerebiliyor olmak, insanların güvenine sahip olmak oldukça gurur okşayıcı, özgüven arttırıcı şeyler. Kendimi işe yarar hissetmeye başlamamın bir sonucu olacaktı elbet çünkü her güzel şeyin bir sonucu vardır. Çünkü evrende ne kadar artı varsa o kadar eksi vardır. Kendini artık işe yarar hisseden bir adamın bir kolu eksikti ve birkaç arkadaşıyla arada bir karşılaşmak dışında aktivitesi yoktu. Bilgisayarımı yanımda götürmemiştim. Hala daha kitap okuyamıyorum. Neyse ki Martı vardı bu süreçte telefonun ucunda. Günlerimi hiç durmadan onunla konuşarak, mesajlaşarak geçirdim. Lanet kasabanın buhranında, karanlığında o ışık tuttu bana. Hatta inanır mısınız çıkıp geldi onca yolu üşenmeden teperek. Bir günümü aydınlığa çevirdi. O aydınlattı geceyi. Her güzel şeyin bir sonucu var diyorduk. Martı dışında kalan yalnızlıklarım bana eskileri hatırlattı hiç durmadan. Kasabada geçirdiğim o korkunç bir seneyi, tarifsiz ve tükenmeyen yalnızlığı, ihaneti, nankörlüğü, uyuşturucuyu, işe yaramazlığı, işsizliği, deliliğimin en güçlü zamanlarını, çaresizliği, karanlığı, en çok da karanlığı, çekmeyen interneti, ananemin misafirlerini, odamın olmayışını, nişanlı kadını, babamı, patikayı, oradan da gençliğimi, çocukluğumu, tekrar terk edilişleri, kandırılışları, yarım bırakılışları hatırlattı. O terasa çıkıp ne zaman aşağıya bakmaya başlasam içime bir ağırlık çöküyor, bir tavuk oturup kalıyordu. Anlam verilemeyecek kadar nedensiz ve yüksek dozda anksiyete içime doluyor ve beni bütünüyle ele geçiriyordu. Bu sadece arkadaşlarımla buluştuğumda ya da tiyatroda olduğum zamanlar kesiliyordu. Biri haftada iki gün, diğeriyse şanslıysan iki günde bir gerçekleşiyordu. Ancak git gide daha da karanlığa bürünüyordu ortalık orada kaldığım süre boyunca. Hayatın önüme çıkardığı şeyler sanki nispet yaparcasına karanlığıma dokunuyor, dokunuldukça şişiyordu karanlığım. Bir arkadaşımla karşılaştım. Gettonun içine doğmuş, gettoyu içselleştirmiş bir çocuktu yirmi yaşlarındayken. Silah ticaretine bulaşmış, rap müzik yapan, kendi stüdyosunu, yapım şirketini kurmuş, onun deyimiyle "kendine altın saat yapmış" ve müziğinin peşinde koşturan bu çocukla karşılaştığımda artık bir öğrenci pilot olduğunu öğrendim. Parkayı çıkarıp apoleti takmıştı omzuna. Gettoyu yüreğine basmış, hayali olan uçakların içinde bulmuştu kendini. Bir buçuk senede nasıl değişmişti peki dünya böylesine? Peki dünya böylesine değişirken nasıl oluyordu da ben her seferinde daha kötüye gitmeyi başarabiliyordum? Bir gün bilgisayarın başında sandviç yerken pilot olma şansı gelmişti onun önüne. Şans. Şans! İnsanların hayatı onlardan bağımsız olarak bir anda böylesine değişebiliyorken benim şansım nerede? Nerede ulan benim şansım! Ağlamayana meme yok diye mi böyle oluyor dostlar? Bir çocuk gibi 'ben de istiyorum' diye ağlamalı mıyım? Çocuk, başarı ve şans hikayesini anlatıyor, ben gururla dinliyorum. İnanın bir gram kıskançlık geçmiyor içimden, aksine gurur duyuyorum bir arkadaşım böylesine güzel yerlere parmak attıkça. Ancak o anlatırken, ben onun yüzüne gülerken içimde neler oluyor bilemezsiniz. Annesi tarafından sevilmeyen bir çocuk gibi hissediyorum kendimi. Bütün arkadaşlarımın annesi onlar için deli olurken benim annem beni tekmeliyormuş gibi hissediyorum hayat bana böyle davrandıkça. Bir annenin sevmeyişiyle mücadele edilebilir. Anne silip atılabilir bile en son ihtimal. Annesiz de yaşanır. Ancak hayat sizi sevmiyorsa ne yapabilirsiniz dostlarım? Kendi çocuğunu sevmeyen bir sonsuz kesinlik, bu çocuğa neler yaptırabilir düşünsenize! Sahi ya, ben niye her şeyi kabullenip seri katil olmuyorum?

 


GÜN-103

Yıllar önce okumuştum, hala aklımdadır bu boktan hafızama rağmen. Murathan Mungan'ı önce şiirlerinden bildim. Kadırga şiiri Vinas'la beni inşa etti. Omayra'sı ayrılıklarımızı yüreğime dikti. Geyikler ve Lanetler'i okudum daha sonra. Ne demişti durun bakayım: 'Aynayı bulan ilk insanoğlu kendini görmek için değil, bir başkası olmak için buldu. Ayna, erkeğin ömrü, kadının zamanı oldu.' Ameliyattan sonra narkozdan uyandığımda aklıma anestezistin hayatı düştü bir anda. Anestezist, karşısına çıkan tüm insanları gözleri kapalıyken görmüştü ancak kendini gözleri kapalıyken görmemişti hiç. Nasıl da merak ediyordur neye benzediğini öyle değil mi? Bizler de aynı durumda değil miyiz? Hangimiz kendimizi gördü ki gözleri kapalıyken? Belki bir anestezist kadar gözleri kapalı insan görmedik. Bir anestezist olsaydım eğer, kafaya en çok taktığım şey bu olurdu mutlaka. Aynayla bağdaştırdım bu durumu çünkü başta aynanın bir çözüm olduğunu düşünmüştüm. Sonra düşündükçe fark ettim ki ayna da değil bu durumun çözümü, yine de göremeyiz kendimizi gözlerimiz kapalı. Ancak fotoğraflar... Fotoğraflar da birer ayna değil midir zaten? Modern zamanın aynaları. Düşünsenize, fotoğraf makinesi icat edilmeden önce kimse kendini gözleri kapalıyken görmemişti. Bizler şanslı nesillerdeniz. Gün geçtikçe eksikleri kapanıyor insanın. Kafaya takacağı şeyler azalıyor. Küçük zamanlardan büyük zamanlara böyle çalışıyor bu mekanizma. Ya alışıyoruz eksiklerimizle yaşamaya ya da çözmenin bir yolunu buluyoruz. Farklı bakış açılarıyla yaklaştığımızda çözümün aslında gözümüzün önünde olduğunu görüyoruz. Söyleyin şimdi bana, bunları okumadan önce hanginiz düşündü kendini gözleri kapalıyken göremediğini bugüne dek? Hanginiz sarılmayacak telefonuna, hanginiz bu güzel zevkten mahrum bırakacak kendini? Küçük şeyler var dostlarım, görülmeyi bekleyen, oracıkta duran. Hayatı kaçırdığımız, bir kez sahip olacağımız bu küçük ömrümüzde görmezden gelip mahrum kaldığımız. Bir çocuğun gülüşünde bazen. Bazen yolun kenarında. Karanlıklar içinde bazen. Bazen kocaman bir savaşın ortasında. Bazen küçük, yorucu bir mücadelenin kenarında. Bazense bir anestezistin gözlerinde. Her görmediğimiz, her yok saydığımız bizlerin birer eksik parçası. Birçok insanın hayatında değişikliğe yol açmayacaktır bunları görebilmek, eminim. Bana, 'deli bu, nelerle uğraşıyor' diyecekler muhtemelen. Ancak bu durumlar benim egomu öylesine tatmin ediyor ki. Görünmeyeni görebilmek, saklananı bulabilmek özen gerektiriyor. Bir bilgisayar oyununda herkesin önünden geçtiği ancak kimsenin fark edemediği küçük parçaları yakalamak gibi. O, orada sizi bekliyor ve belki de bir ömür boyunca, sizlerin ölümünden çok sonra da bekliyor olacak. Birinin, bir şeyin, bizi görüyor ancak bizlerin onu göremiyor oluşu beni deli ediyor. İzlenmek her daim beni deli etmiştir. Geceleri yürürken iki de bir arkama dönüp takip ediliyor muyum diye baktığım koca senelerden geliyor olabilir bu sanırım. Martımın beyaz arabası gibi... O yüzden bulmalıyım saklanan her şeyi. O yüzden saklanan insanlar çekici geliyor bana. Düşünüyorum, her şey biraz egoya varıyor sonunda. Hepimiz egomuzun kontrolü altında, ona köle olarak yaşamıyor muyuz bu hayatı? Yersizce onu öne sürüp uzaklaştırmıyor muyuz etrafımızdan insanları ya da başarılarımıza sebep olmuyor mu bazen bu sonsuz bencilik? Evet, en acısı da bu dostlarım. Bazı insanlar egosunu başarıya dönüştürebiliyorlar. Çünkü evrenin en boktan dünyasında yaşıyoruz ve kurduğumuz bu karaktersiz düzen böyle insanları öne taşıyor! 'Ahmakıslatan'dır ego. Islanmak, kadınların tahrik olduğu zaman başına gelen durum. Ahmak bir birey, hiç olmayan şeylere ıslanacaktır. Ota boka sırılsıklam olacaktır. Ego ise ahmak insanları tahrik eden bir kavrama dönüşüyor böylece. Egoizmin pençesinde yosun tutuyoruz kısacası dostlarım. –yani çok ıslanıyoruz, sürekli sırılsıklamız o yüzden yosun tutuyoruz falan... Anladınız inşallah- Bazen siz mi geri zekalısınız yoksa ben mi başka bir dünyaya aitim diye düşünmüyor değilim. Bakın, merhaba deyin küçük egoma. Ne kadar da riyakarım değil mi? Olsun, zaten riyakar değil mi gökyüzü bile?

 


GÜN-104

Arnavut kaldırımı taş sokakta, yolun kenarında oturuyorum bir sandalyenin üzerinde. Mesela yağmur yağıyor biraz taşların arasına, biraz dehlizlere. Sokaklar bomboş. Evlerin cephelerinden damlalar süzülüyor, bir kadının boynundan göğüslerine inercesine. Dehlizlerden sular akıyor, bacaklarının arasından baldırlarına. Islak. İnsanlar da ıslak, yollar da ıslak, yollarda bir oraya bir buraya gezinen, yatacak bir çatı arayan köpekler de ıslak. Zaten köpekler her daim ıslak. Kediler yok mesela, onlar her zaman bulurlar sudan kaçacak bir delik. Olan köpeklere olur. Bu sokakta insanlar tekmelemez köpekleri. Aksine içeriye alırlar, camiden bir insan yavrusu sahiplenircesine. Bir insana bakıldığından daha iyi bakarlar onlara. Sevgi gösterirler mesela. Sevgi ne büyük sihir değil mi ıslak sokaklarda? Bir de ıslanan hayvanlara sorun. Geceleri sevgi yoktur mesela sokaklarda. Sevgi güneş varken olur. Karanlık, karanlıktır işte. Işığın olmadığı değil, yarınların görünmediğidir. Burada, bu ıslak sokakta gündüz vakti olduğu için sokak lambalarına bakıp izleyemezsiniz yağmuru. Ya da bir köpeğin gövdesinin altına bakıp anlayamazsınız düşen yağmur damlalarının yere çarpınca dağılışını. Yağmurun sesi yağışında değil, damlaların bir atom bombası gibi patlayışında saklıdır. Her damla bir Hiroşima'dır. Bir tek sesleri vardır brandalara çarpan damlaların. Bir tek sesleri vardır rüzgarın ağaç dallarından kurtulduktan sonra hafifleyip damlalara karıştığındaki. Bir de kedilerin yoğurt kaplarından su içerken çıkan ses vardır ki o duyulmaz. Duyulsa da yağmuru mu anlatır yoksa kuraklığımı anlaşılmaz. Köpeklerin dilleri dışarıdayken heyecanlı, manik soluyuşları da duyulmaz yağmurda. Yağmurun sesinden mi, ıslak kürklerinin derileriyle yaptığı ısı alışverişi sonrası oluşan üşüme hissinden dolayı serinlemeye gerek duymamalarından mı bilinmez. Yoğurt kabı yetmez köpeklere. Onların çeneleri daha büyüktür. Daha öteye duyulur sesleri. Sessiz olandan korkacaksın bu devirde. Köpek mamalarına bile salçadır yağmurda ıslanmadan süzülen sokağın kedileri. Evet, köpekler burunlarını götlerine tıkmış titreyerek yatarken kediler hep karınlarının derdindedir. Zaten yağmurda herkes biraz da karnının derdindedir. Karnının derdinde olanlar sığmaz branda altlarına. Branda altlarına sığınıp yağmurun dinmesini bekler hep karnı tok olanlar. Açlar ıslanır bizim ülkemizde, bu arnavut kaldırımı sokağa özgü değil. Köpekler hariç. Onlar yağmurun dinmesini beklemez. Onlar götlerinin ısınmalarını beklerler. Bir köpeğin götü ısınmışsa onu artık açlık bile durduramaz. Soğuğu severler ya zaten, bunu herkes bilir. Suyu severler zaten, yürüyüşleri değişir. Bu yüzdendir ki kediler yer, köpekler gezer yağmurun altında. Brandalar kediler içindir. Mesela köpeklerin şemsiyesi yoktur. Mesela şemsiyelerin insanları vardır. Şemsiyeler cansız mıdır? Bir de şemsiyelere sorun, yağmura dokunduklarında. Cansız olsalar ters dönerler mi hiç biriktirebilmek için yağmuru içlerinde. Kucak açarlar mı hiç kırk yıllık dostlarmışçasına. Bir de şemsiyelere sorun, yağmur damlaları kayıp giderken uçlarından eteklerine doğru. Yağmura dokunup neşeli şarkılar söylediklerinde sorun onlara. Cansız varlıkların şarkısı olur mu? Bir müzik aletine sorun. Duvara misinayla asılmış üç beş tane deniz kabuğuna sorun. Sıkışık binalara sorun. Tabelalara sorun mesela. Mesela sokaklara... Harabe bir evin içinden geçen rüzgara sorun mesela. Rüzgar da canlıdır, harabeler de. Müzik aletleri de canlıdır, deniz kabukları da. Binalar da canlıdır, tabelalar da. Hele ki sokaklar, onlar yaşayan efsaneleridir dünyanın en eski. Hikayesi olan her şey canlıdır ılık bir yağmurun ya da zor bir fırtınanın altında. Cansızların, canlılardan daha yürekli hikayeleri vardır daima. Ölümlülerden daha çok biriktirirler sonsuz hayatlarında gördüklerini. Her fırtınada fısıldarlar o zamana kadar başlarından geçenleri. Şu an fırtına yok. Şu an şemsiyelerin içi rahat. Fırtına, şemsiyelerin yaşam mücadelesidir, en az nefes alanlar kadar. Söyleyin bana, peki ya şemsiyeler cansız mıdır? Sesi olanlar canlıdır. Sesi olanlar hiçbir zaman yalnız kalmazlar. Rüzgar girsin aralık kalmış pencerenizden içeri, pencereniz anlatsın size hikayesini... 

 


GÜN-105

Bugün sizlere darbelerimden bahsetmek istiyordum. O kasabanın bende açtığı yaralardan, oraya her dönüşümde onlardan başka bir şey düşünemez oluşumdan. Küçük zihinli insanlardan, onların dünyaya bakışından, benim onlarla olan ilişkimden konuşmak, sizlerin fikrini almak istiyordum. Ancak Martı ile kavga ettik bugün. İçimi öyle bir hüzün kapladı ki... Öfke ya da kin değil içimdeki. Çocuğum gibi olmuş sanki, merak ediyorum ne yapıyordur o kötü hislerle diye. Nasıl baş ediyordur? Nasıl karşı koyabiliyordur? Saçma bir şey yapar mı acısı geçsin diye? İçime bir tavuk oturdu ve başını yukarıya kaldırıp duruyor. Bana karşı içinden geldiği gibi davranmıyor Martı. Onun söylemine göre davranamıyor. Utanıyor benden. Çekiniyor. Çünkü onunla bir hocaymış gibi konuşuyormuşum. Benim yanımdayken hata yapmaması gerekiyor gibi hissediyormuş. Birkaç gün önce 'bugün milat benim için. Beyaz bir sayfa açıyorum, artık eskisi gibi olmayacağım' demişti. Bugün ise eskisinden hiçbir farkı yoktu. Ona karşı içimde tarif edilemez bir sevgi var. Sürekli öpmek, yanaklarını sıkmak, kucağımda uyutmak istiyorum. Beraber uyuduğumuz zamanlar öylesine huzurlu oluyor ki... Benim küçük sevimli Martım. Bana sevgisini göstermiyor. Onun söylemine göre gösteremiyor. İçinden geliyor ama dışa vuramıyor. Bense inatla tüm sevecenliğimle yaklaşıyorum ona. Öpüyorum yanaklarından, sarılıyorum, dokunuyorum, dudaklarından öpmeye çalışıyorum o ise öylece duruyor. Küçük iki öpücüğün ardından kaçıyor benden. Annemi öpüyormuş gibi hissettiriyor bana. Hayattan yanımda duracak, beni sevecek ve iyi anlaşabileceğim bir kadın istedim, o ise bana yeni bir anne gönderdi. Altı yıl sonra gerçekten hayatıma alabileceğimi düşündüğüm bir kadınla tanışıyorum, beraber harika vakit geçiriyoruz, her şey mükemmel gidiyor ancak kadın bir aseksüel gibi davranıyor. Şu hayatta neden, neden hiçbir şeyim tam olmuyor benim? Neden! Ya çıkıp biri söylesin bana artık, senin suçun şu desin. Bu boku yedin, o yüzden böylesine yarrrak gibi bir hayat yaşıyorsun desin. Hiçbir işin rast gitmiyor, hayat seni hiç doğmamışsın gibi unutmuş durumda, yalnızsın, şanssızsın, yerin dibindesin, içine girdiğin bataklık bile kuruyor, var olan en karanlık pisliklerden birisin! Söylesin bütün bunları nasıl hak ettim ben? Etrafımdaki insanların hikayelerini dinliyorum. Gezdikleri, gördükleri yerler, başlarına gelenler, şansları, tesadüfleri, hayatın onlara gülümseyişleri... Deliriyorum artık yeni bir insanla tanıştığımda. Yüzlerine gülüp içimde her yeri yıkıp parçalıyorum. Aklım almıyor dostlarım. Gerçekten artık nefes alacak takatim kalmadı. Kim dayanabilir ki böylesine bitmek tükenmek bitmeyen bir işkenceye? Uzun süredir çatlak olan iradem kırılmak üzere artık. Bunun sonu ne olur bilemiyorum. Şimdi dönüp bakıyorum, Ankara'daki ölü zamanımdan ne farkı var şu anki yaşadığım hayatın? Ben yaşayacağım, her şeye rağmen hayatta kalacağım, bir daha hiçbir şey öldüremez beni diye çıktığım bu yolda ne farkı var yaşadığım hayatın o eski ölü zamanlarımdan? Ben... Ben hala bir ölüymüşüm dostlarım. İnsan tekrar doğamıyormuş. İnsan doğuramıyormuş kendini yeniden. Ölüm kokuyor içim. Leş gibi ölüm kokuyorum. Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Geçen sene okula girmek olmuştu beni kurtaran amaç. Bir yol çizmiştim kendime, bir hedefim vardı. Ölümden kaçışımdı o benim. Emekti. O gittikten sonra kaldım yine öylece amaçsız ve hiçliğin ortasında. Asla dediğim yerlere, şeylere döndüm ben hayatım boyunca. Yapmam dediğim ne varsa yaptım. Şimdiyse aklıma aslalarımdan biri düştü yine. Ankara'ya dönüp okulu mu bitirsem? Beni öldüren o şehre dönmek o kadar da korkutucu gelmiyor artık burada da ölümün kucağında zıplarken. Bu çok büyük bir kumar. Bu ölümün kucağına bile isteye atlamak. Bu, tartaros çukurunun başında kafanı eğip aşağıya bakmak. Ancak başka bir çözüm göremiyorum ölümden kurtulmak için. Ölümden kurtulmak için intihar etmek zorundayım. Sabahtan akşama kadar çalışıp, eve gelip yemek yedikten sonra uyuyan, haftanın bir günü biraz daha uyuyayım, dinleneyim diye kendini eve hapseden bir adam olmak istemiyorum ben! Basit bir adam olmak istemiyorum ben!