Önce fırınlar ve kuşlar uyandı. Daha doğrusu kuşlar uyandırdı fırınları. Güneşin rutin ilk ışığı henüz ulaşmamışken bazı coğrafyalara, patronlar tarafından “işine geliyorsa kardeşim” saatlerinde işçiler kalktı sonra yataklarından. Tıraşlar olundu, eskimiş kıyafetler soyunma odasında daha eskisiyle değiştirilmek üzere giyildi. Odadaki çocuklar belki öpüldü belki akla bile gelmedi. Belki sabah ayazına karışmadan önce sıcak su konuldu ocağa çay içmek için; belki geç kalınma telaşıyla buna yeltenilmedi bile.


Kapı açıldı, ayakkabılar giyildi, sertçe kapandı sonra; ses tüm apartmanda yankılandı. Binanın girişindeki paspasta uyuyan kedi apartmandaki hareketliliği sezince şöyle bir gerindi ve sağa sola sürtünmeye başladı. Günün ilk yemeği de olabilirdi bu; ilk sevilmesi de. Ama ikisi de olmadı. İnsan, öylece geçip gitti. Hiçbir şeye anlam veremedi kedi, olsundu. Dönüp yine uyumaya koyuldu.


Kuş seslerini duymadı insan, duysaydı her iş günü uyanmak için alarm kurmazdı. Fırına uğradı, sade poğaça aldı ve ilk sigarasını içmek için alelacele mideye inidirdi. Yolun yarısında yaktı sigarasını, son nefesinde otobüs geldi ve diğer insanlar saygısızca, birbirlerinin üstüne çıkarcasına binmeye çalıştı. Bir önceki otobüsle, oturarak ve trafiğe yakalanmadan yolculuk edebilirlerdi ama bunun için çok daha erken kalkmak ve bir gün öncesinden yorgun olmamak gerekti -ki bu imkansızdı- 


Otobüse binildi, bir yere tutunuldu. Sabah ayazında içilen sigaranın nefret edilesi bir kokusu olurdu, oldu. “Bir sabah da otobüse binmeden önce içmeyin şu zıkkımı. Kimseye saygınız yok, anladık ama bari kendinize saygınız olsun,” diyenler oldu. Şimdi içilmese, saat 10’da; mesainin ilk molasında içilmek zorundaydı. Kim haklıydı?


Kırk beş dakikalık trafiğin ardından yol açıldı ve işe tam zamanında; fabrika düdüğü çalmadan yedi dakika önce varıldı.

Otobüsün durağa geliş saati, durakta bekleyen on iki kişi, trafiğin başladığı yer, durmadan şerit değiştiren arabalar, sağı gösteren Bostancı tabelasına en sol şeritten kaçamak bir şekilde girmeye çalışan taksici, insanların tepkisizliği; her şey makinedendi. Şaşmazdı.



Bir metal fabrikasının paketleme bölümünde çalışıyordu insan. İş yerindeki diğer insanlarla arası ne iyiydi ne kötü. İnsanlar ona karşı nötrdü çünkü gerekmedikçe muhabbetlere katılmaz, futbol ve siyaset konuşulan ortamlardan ivedilikle kaçar; yemekhaneye girdiğinde kendine kimsenin oturmadığı izbe bir masa seçer, orada yerdi yemeklerini.

Kendine, üstlerince verilen emirleri sorgusuzca yapardı. Bu işleri yapmamak için direnen “o benim işim değil kardeşim, kim sorumluysa ona git,” diyen insanlar vardı. Onlar da yapardı. Homurdanmak çözüm değildi, öğrenmişti. Bağırmanın, hır gür çıkarmanın, makine kapatmanın ne anlamı olurdu ki? Sen durdursan öteki devam ederdi. Çünkü açtı. Gözü kesmezdi faturaların, kiranın, mutfak masrafının, kredi kartının ödenmemiş borçlarının, çocukların defter-kalem masraflarının arasında boğulmaya. Her şeyin farkındaydı insan. Tek başına bir fikir yalnızca kendi devrimini yapabilirdi ve bütünleşmeden gerçekleşen her isyan kolayca bastırılırdı.


Bu fabrikada işe başladığında 2020 lira olan asgari ücret şu sıralar 2825 lira olsa da insanın aylığı bu süreçte yalnızca 300 lira artmıştı. 

Bu durumdan şikayetçi olan on kişilik bir grup, patronun odasına girip mahcubiyetle “geçinemiyoruz,” diyecek oldularsa da; patronun çatık kaşlarıyla karşılaşmışlardı. Zam isteyeceklerine pişman olmaları yetmezmiş gibi bu olay gerçekleştikten beş dakika sonra ustabaşını çağırttırıp zam isteyen bu insanların en ağır işlerde çalıştırılmasını istemişti patron. 

Durumu gizlice insanlara anlatan ustabaşı, kendini aklayıp denileni yapmıştı. Zam isteyen grup ise bir ay içinde ağır şartlara dayanamayıp işten ayrılmışlardı.


Sonradan, açılan on kişilik kadro için ilan verilmiş; tam 670 kişi başvurmuştu. İşe alınan on kişiyse 2320 liralık maaşla çalışmaya başlamışlardı mesailerine. Evren boşluk kabul etmezdi.



Bu çarkı kırmak isteyenler, makinenin dişlilerine balyozla vuran insanlar bir başlarına kalıyorlardı. Artlarında bıraktıkları küçük notlarla intihar ediyordu bazıları. Ajanslar gizlese de sosyal medya bu haberlerle doluydu. Herkes oradaydı. Klavyelerinin başında. Destek veriyorlardı belki ama yoklardı. Birlik olsalar, meydanlarda toplanıp ters giden her iş için bağırsalar belki değişirdi dünya. Ama olmuyordu ve en acısı da buydu: Çaresizliğin mutlak kabulü. 


Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta. Her şey naylondandı o kadar. Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı. Ama geyikli geceyi bulmadan önce, hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk…


Ölmek zor, dedi insan, içinden. Bunu, dile getirmeye korktuğundan dolayı mı içinden söylemişti yoksa gerçekten zor olmadığını bildiği için mi? “Yaşamak zor,” dedi sonra. Yanında çalışan altmışlı yaşlarında bir kadın duydu bunu, “Yaşamaktan başka ne var elimizde,” dedi.


Mesai bitti, ter kokusuyla boğulan soyunma odasında kıyafetler değiştirildi ve eve doğru yola koyuldu insan. Elli iki dakikalık dönüş yolu ayakta, bütün gün demirlerin arasında çalışmak yetmezmiş gibi bir demire tutunarak geçirildi. Her şey aynıydı. Karanlıkta başlayıp karanlıkta biten bir döngü. Uzadıkça uzayan trafik, ambulans ve korna sesleri, durmadan şerit değiştiren arabalar; tahammülsüz, yorgun, göz göze gelmeye kıvılcım çıkaracak insanlar ve hayatı kabullenip taktıkları kulaklıkla kendilerini dünyaya kapatanlar.



Yol bitti, otobüsten iner inmez sigara yakıldı, fırından ekmek alındı. Akşamkuşlarının sesi yankılandı boşlukta. Duyulmadı. Apartmanın önünde yaşayan kedi insanı görünce hareketlendi ama insan yine görmedi onu. Bir sabah veya bir akşam durup da sevilseydi bu kedi bir şeyler değişir miydi? Sanmam, önce dünya değişmeliydi.