İbrahim Ogiş


Bir 31 Aralık akşam üzeriydi.

“Sen nerede olduğunu biliyor musun o yerin” diye sordu Kadın.

“Evet, biliyorum” dedi Adam.


Daha öncesinde bir çok kez konuşmuşlardı aslında onlar hakkında, ama kadın ilk kez görecekti orayı. Merakını gidermesine sebep olan elektrik kesintisi “haydi bakalım” dedi kadının ayağına, ve ilerledi dört tekerlek…


Ana caddeden sonra çakıl taşlarla dolu bir toprak yola girdiler, toprak havaya karışırken merakın yeri yavaş yavaş gizemle dolu toz bulutuna dönüşüyordu sanki.


“Şu ilerdeki paslı kapının önünde dur” dedi adam.

“Kimse var mıdır şu anda orada?” diye sordu kadın.

“Evet, var, gördüm; kırmızılı birisi içeriye girdi” dedi adam.

Duran arabanın içinden inen adam paslı kapının önüne gittiğinde kadın hala tek tek geldiği yerin fotoğrafını çekiyordu gözleriyle.

Defalarca seslenmelerine rağmen bacası tüten tek katlı evin içerisinden hiç kimse çıkmadı.


“Kornaya bas” dedi adam.

Bacanın kokusu kadın ve adamın burnuna geliyordu, ama korna sesi evin içine gitmiyordu bir türlü.

“Ben şu tel örgünün arkasından bağıracağım, belki oradan duyarlar, sen kornaya basmaya devam et” dedi adam.

Sesi aşan mesafeyi bulmak istedi kadın.


Yıllardır yerinden hiç oynamamışa benziyordu sürgülü, üzerinde kahverengiye dönmüş “girmek yasaktır” tabelalarını taşıyan kapı. Kapının ardında yılların biriktirdiği yosunlu bir su birikintisi. Hemen yanında tahta sürgüsüyle çabucak açılacak paslı bir kapı daha vardı. Tam eli tahtaya gittiği anda adamın sesi duyuldu uzaktan;

“Kapı, kapı, kapıya gel”

Eliyle bulunduğu yeri işaret ettiğini anladı kadın, dokunduğu tahta sürgüden çekti hemen elini.

Az sonra uzaktan seslendi bacası tüten evden çıkan çocuk çekinerek;

“Ne vardı?”

“Gel hele buraya” dedi kadın.

Mesafenin yarısındayken yeniden sordu çocuk;

“Evet ne vardı?”

Mesafenin sebebi neden geldiklerinden bir adım öteye geçmişti artık;

“Merhaba, adın ne senin? Diye sordu kadın

“Ne için lazımdı?”

“Biz sizin komşunuzuz, bir şey sormak istiyoruz, ama önce tanışmak isteriz, o yüzden sordum, adın neydi senin?”

“Adım niye lazımki”

“Tanışmak için, tanışırken isimlerimizi söyleriz, benim adım Aslı, senin adın ne?”

“İbrahim Ogiş”

“Ogiş ikinci adın mı, anlamı nedir?”

“Ne için lazımdı”

“Evde kimse yok mu, annen, baban, bir şey sormak istiyoruz”

“Yok”


Cebindeki telefonun sesi duyuldu çocuğun, arayan babasıydı, cevap verdikten sonra nasıl kapatacağını bilemediği hoparlörden orta yaşlı bir erkek sesi seslendi oğluna;

“Yusuf, Yusuf duyuyor musun beni*

“Duyuyorum babacığım”

“Gelenler kim?”

“Komşularımızmış”

“İçeri girdiler mi?”

“Girmediler”

“Girmesinler”

“Gittiler mi?”

“Gitmediler”

“Gitsinler…”

“Babam sonra gelsinler diyor” dedi çocuk yamuk kesilmiş saçlarının ardından bakan çekik gözleriyle.


Sınır kapısının ardını merak etti kadın; kırmızılı kadının kulaklarına gelen korna sesine rağmen bacadan tüten duman gibi dışarı sızamayışını…  

Ormanın içindeki karanlık evine doğru adım atarken “neden yaşıyoruz ki o zaman, İbrahim Ogiş’in gözlerinin ardındaki endişeyi göremeyeceksek!” dedi kendi kendine… Saatler 00.00’yi gösteriyordu.


31.12.2024