Kimliği bilinmeyen ya da birden çok kimliği olan bir adam, yumuşak yatağında uyanması gereken bir güne, aklının en ücra köşelerinde başladı. O gün göğün renginde, ağaçların dökülen yapraklarında, çiçeklerin kokusunda, yalnızlıkta ve korkuda, kısacası evrenin önemli ve değişmez yasalarının hiçbirinde bir farklılık, süregelen alışılmışlıkların hiçbirinde bir sapma yoktu. Bu yüzden, birilerinin daha mutluluğunun sonuna gelmesi; onaylanmamaktan, anlaşılmamaktan, alkışlanmamaktan ve toplumu toplum yapan diğer her şeyden -sanki kendisi izin vermediği sürece, bütün bunların onun ruhuna bir yaptırımı olabilirmiş gibi- delicesine korkması ve yaşamını anlamlı hale getirebilecek her şeyden duygularının güvende olması uğruna vazgeçmesi için oldukça uygun bir gündü.


Adam, gözlerini en iyi ihtimalle elli yılı kalmış -yüzlerce savaş, yüzlerce diktatör ve milyarlarca ölü görmüş olan dünya ömründe elli yıl nedir ki- hayatının geri kalanının ilk sabahına açtığında, beklemediği bir görüntüyle karşılaştı. Yatağında güvenle uyanması gerekirdi fakat ömründe gördüğü en kısa taburenin üstünde dikilir halde buldu kendini. Boynundansa, varlık olarak kabul edilip edilemeyeceğinden kimsenin emin olmadığı incelikte bir iple tavana bağlıydı. Aslında tam o saniye, günde binlerce defa attığı adımlardan birini atsa, yerden ancak iki parmak boyu yüksekte olan taburesinden inip gününe devam edebilirdi, öyle ki boynundaki ip de fazladan bir çaba istemeksizin kopardı. Fakat adam, herhangi bir insanın en iyi yaptığı şeyi yapmış, içerisinde bulunduğu durumun korkunçluğuna kendini inandırmıştı bile. Gözleri dehşetle açılmış haldeydi, bir süre sonra ağlamaya, dövünmeye ve haykırmaya başladı. Adamı o haliyle görse gülecek, kolayca bu durumdan kurtulabilecekken ne sebeple böyle hırpalandığını kavrayamayacak herkesin, kendi yaşantılarında arzulamadıkları herhangi bir durumla karşılaştıklarında yapacağı şeyi yaptı. Bir âdemoğlundan gerçek vaziyeti görmesini beklemek zalimce olur.


Birkaç dakika geçmeden odanın kapısından önce azar azar, sonra onlarcası ve yüzlercesi birlikte, insanlar girmeye başladı. Kapı kilitliydi ve kilitli kaldı, zira şimdi içeride olanlar, az önce kapının altından böcekler gibi süzülmüşlerdi ve boyutları odaya girdikten sonra da değişmemişti.


Adamın, yaşadıklarının gerçekliğini sorgulamaya katiyen niyeti yoktu ve dakikalarca çaresiz vaziyette, yüzlerce böcek-insanın etrafını sarmasını izledi. 

Yüreğini en çok sıkan anlarsa, onların konuşabildiğini; kulağına en duymak istemediği cümleleri, en büyük korkularını fısıldayabildiklerini anladığı andı. Sesleri kısık, bedenleri kadar çelimsiz haldeydi ama adam, dev ayaklarıyla onları çiğneyip odadan çıkabilecekken yapmadığı gibi, onlara kulak vermemeyi seçmedi ve hatta cılız seslerini duyabilmek için çaba harcadı.


Sonraki birkaç gün odadan çıkmadı, tabureden inmedi ve böceklerin bütün söylediklerini kahırla, korkudan titreyerek, kendisine anlatılan başarısızlıklarını tekrar tekrar yaşayarak, yaptıklarında  ve denediklerinde yeterli olup olmadığı konusunda her nedense kendi sezgilerine değil böceklerin seslerine güvenerek dinledi. Söz konusu bir avuç yeteneksiz ya da tembeller ordusu hatta böcek boyutundaki insanlar bile olsa desteklenmek yerine aşağılanmak, çoğu insanın kaldırabileceği bir yük değildir.  Elbette bu işin sonu, adamın kendini boğmasıyla bitti. Taburesinden düşmeden önce tek düşündüğü, hayatın ona adaletsiz davranması ve kaderin zalimliğiydi fakat aklını henüz kaybetmemiş ya da geri kazanmış bizler biliyoruz ki, onun taburesinden canlı adımlarla değil soluksuz bir bedenle inmesinde kaderin, hayatın, tanrının ya da böceklerin suçu yoktu. Ölümü; kulak verilmeyi hak etmeyenlere kulak vermesiyle, odayı terk etmeyi seçebilecekken doğasına uyup çaresizliğinden beslenmesiyle gelmiş; sonunda da nefesini kesen boynundaki ip değil, kendi elleri olmuştu.