Mesai saatinin bitmesini beklemeden birkaç saat önce izin aldı ve iş yerinden hızlı adımlarla ayrılarak arabasına bindi. Hızlıca evin yolunu tuttu. Eve girer girmez önceden hazırlamış olduğu kıyafetlerine göz gezdirdi ve sonra duşa girdi. Duş aldıktan sonra daha önceden hazırlamış olduğu kıyafetlerini giydi. Aynada kendisini kontrol ettikten sonra kapıya yöneliyordu ki bir kez daha ayna karşısına geçti. Saçına hafifçe dokunduktan sonra evinin dış kapısına geldi. İçi rahat etmediği için tekrar aynaya döndü. Baştan aşağı tekrar tekrar kendini süzdükten sonra ellerini ovuşturarak bu kez evden ayrılmayı başarabilmişti. Arabasına bindi ve düğün salonuna doğru ilerledi.
Düğün salonunun bulunduğu mahallede küçük bir çay ocağı vardı. Damat haricinde lisedeki sınıf arkadaşlarının birçoğu düğünden önce o çay ocağında toplanmaya karar vermişti. Heyecan ve acelesinin sebebi; düğün değil, uzun zamandır sadece telefonda görüşebildiği arkadaşlarıyla görüşecek olmasıydı. Heyecan ve mutluluğunu yüzünde görmek kaçınılmazdı. Arabasının kapısını hızlıca kapatırken çay ocağı önünde oturan arkadaşlarına “Oooo beylerrrr!” diye seslendi. Hızlı adımlarla ulaştığı arkadaşlarına teker teker sarılarak klasik “Nasılsın, kilo mu aldın, n’olmuş sana böyle, gardaşım yakıyor yine” laflarıyla selamlaştı. Biraz hâl hatır sorduktan sonra eski günlerdeki gibi sohbetleri hızlıca koyulaşmıştı. Sohbete başladıklarında şimdilerde olduğu gibi telefon elinde olan tek bir kişi bile kalmazdı. Herkes konuya tamamen odaklanmış olurdu. Sürekli konular değişirdi. Kimse kimsenin sözünü kesmezdi ama sürekli birbirlerine şaka amaçlı iğneli lafları da geldiğinde sözün sonunu beklemezlerdi. Henüz sohbetin başında bile eski günlerin tadı hissedilirken “Çay söylüyorum beyler” diyerek herkesin onayını aldı. “Ağabey herkese benden çay.” diye bağırdı.
Arkadaşları şaşkındı ve onlar sormadan gelecek soru ve cümleleri biliyordu. Bu yüzden “Düğünümüz var bugün, kardeşimiz evleniyor. Hayrımız olsun kazasız belasız atlatalım şu düğünü…” demişti. Arkadaşları şaşkınlıklarını tamamen gidermemiş olsa da onlar da arkadaşının bu gereksiz çıkışlarına defalarca şahit olmuşlar ve alışmışlardı. Herkesi hasret sardığı için de çay konusuyla pek ilgilenmeden muhabbetlerine devam ettiler.
Düğün vakti yaklaştığı için çay ocağından ayrılırken çay ocağındaki herkesin hesabını ödedi. Arkadaşları bu kez kızıyordu. Boş yere ödedin neyin gazını yaşıyorsun diye üstüne geliyorlardı. Çay ocaklarını çok ziyaret etmediği için çaylara bile zam gelmesine şaşıran Musa, ekonomi çok mu bitmiş diye söyleniyordu.
Düğün salonuna ulaştıklarında tıpkı lise günlerindeki gibi salondaki en arka masalardan birisine geçtiler. Aslında hiçbirisi de düğünlerden hoşlanan insanlar değillerdi. Düğünde damattan başka kendilerini de tanıyan birisinin olmaması bir rahatlık vermişti. Çay ocağında yarım kalan muhabbetler sürerken yemeklerini bile yemişlerdi. Daha sonra gelin ve damadı sahneye anons ettiklerinde arka taraftan coşkulu bir ses yükseliyordu. Dersten kaçarak ücretsiz bir şekilde stada girdikleri günler gibi davranıyorlardı ve çok mutlulardı. Gelin ve damat, dans bittikten sonra çiftetelli oynamaya başlamışlardı. Yöresel oyunları beceremeyen arkadaş grubu, damat olan arkadaşlarını yalnız bırakmamak için sahneye çıkmışlardı. Beceremiyor olsalar da birbirlerine eşlik ediyorlardı. Bu esnada düğünlerin olmazsa olmazı paralar savrulmaya başlamıştı. Herkes gibi Musa da para bozdurmuş ve damadın başından aşağı savuracaktı. Ceplerindeki bütün paraları bitirmeye uğraşıyor gibi para saçmışlardı.
Düğün bitmiş ve herkes yavaş yavaş dağılmıştı. Düğünün hafta içine gelmesinden dolayı sabah mesai vardı ve Musa da direkt olarak eve geçmişti. Ayrıca yazılı olmayan bir kuralı da bilmediği için henüz ne kadar yorgun olduğunun farkında değildi. Düğünlerde oynamayı bilmeyenler daha da çok yorulur kuralını yeni öğrenmişti. Eve geçtikten sonra yatmak için hazırlığını yaptı ve yatağa girdi.
Yaklaşık bir buçuk saat geçmişti ki yataktan hızla kalktı. Uyuyamıyordu. Evin içinde dolaşmaya başlamıştı. Bir şeyler arıyordu ama bunun ne olduğunu kendisi de bilmiyordu. Odadan odaya geçiyor, her girdiği odada biraz etrafa bakındıktan sonra çıkıyordu. Salona girdiğinde televizyonu açmıştı ama izlemeden çıkmıştı hatta bir kanal bile değiştirmemişti. Kumandaya hükmetmekten de sıkılmıştı çünkü kendisinin de kontrol edildiği bir sistemin içinde olduğunu düşünüyordu. Televizyon kullanırken kendi kendine işkence eden birisi gibi hissediyordu. Üzülmüştü. Kumandayı tutan elleri yönetmek isterken bırakın kumanda olmayı direkt televizyonun kendisi olmuştu. Daha da üzücü olanı ise televizyonun içindeki o sahte dünya gibi kendisi de gün geçtikçe sahtekâr olduğunu düşünüyordu. Gün geçtikçe istemediğim hayatın içine daha da dahil oluyorum diye söyleniyordu.
Mutfakta yiyecek bir şeyler bakındı ama akşamdan kalan bir yemek yoktu. Akşam yemek de yapılmamıştı çünkü düğündeydi. Önceki akşam diye düşündü. Önceki akşam da yemek yapılmamıştı. Daha önceki akşam da… Daha da önceki akşam… Çok önceki… Uzun zamandır yemek yapmadığını ve yalnızlığını fark ettiğinde sanırım buldum demişti. Arkadaşının evliliğini gördükten sonra kendisi de özenmişti. Bu yüzden bunu kafaya takmış ve gözüne uyku girmemişti. Evlenmek istemiyordu. Evlenmek hayalini çok kurmuş olsa da o defterleri kapatmak yerine bir sonbahar akşamı yakmıştı. İstese de evleneyim diyene kadar çok geç olacak ve çocuklarım olursa bana dede mi diyecek diye düşünüyordu. Gün geçtikçe istemediğim hayatın içine daha da dahil oluyorum diye söylenmeyi bırakmış “Düşündükçe istemediğim hayatın içine ne kadar da çok dahil olduğumu fark ediyorum.” diyerek odasına doğru yürüdü.
Gün içinde arkadaşlarını görmesi, bir zamanlar zamanını boşa harcayarak hayal ettiği şeyleri anımsaması onu geçmişe götürmüştü. Masasının önünde duran sandalyesine oturdu. Masa lambasını yaktı ve bir de sigara yaktı. Boş boş masasına bakarken “Sıkıldım” diyerek sigarasını yudumluyordu. O sırada masanın bir köşesinde duran günlüğünü gördü. Yaktığı defterlerden değildi bu çünkü bu defter kendisini anlatıyordu. Adı günlük olsa da her gün değil ara ara yazıyordu. Geçmişe olan hasretini günlüğüyle gidermek için rastgele bir sayfasını açtı. Sessizce okurken bir anda sesli okumaya başladı sanki birilerine duyurmak istiyordu.
“…
Sanırım bu ilçede yaşamaktan bıktım ve bu hayattan da sıkıldım. Bu sınavı bu kez kazanacağım ve artık memur olacağım. Çok bir şey istemiyorum ve çok uzakları da istemiyorum. İl merkezinde bir ev tutsam ve yalnız yaşasam. Liseden arkadaşlarımla yine eskisi gibi otursak. Memurluğun tadını çıkarmak istiyorum. Evlilik de artık istemiyorum. Yalnız başıma huzurlu bir şekilde yaşamak istiyorum. Çok mu şey istiyorum?
…
…düğünlerde para saçmak, çay ocağında “herkese benden çay” diye bağırmak, bir şey alırken etiketine bakmadan almak… “
Ben zaten yıllar önce istediğim hayatı yaşıyormuşum da farkında değilmişim dedi. Sigarasını yudumlamayı unutmuştu. Sigarası çoktan kül olmuştu. Yeni bir sigara daha yaktı. Harekete geçmek ve bir şeyleri değiştirmek istiyorsan önce yazmaktan başla diyerek günlüğün ilk boş sayfasını açtı.
“Sevgili günlük,
Sana da böyle klişe konuşuyorum diye darılmanı istemem. Ben klişeler olmasa öykü bile yazamam. Bu yüzden bundan kopmamak için sana da böyle davranmalıyım.
Bugün çok şey oldu ama en önemli iki şeyi söyleyeceğim. Geleceğimi, hayatımı, kendimi, kumandayı tutan ellerin beyinlerini bile yönetmenin formülünü buldum. Yazmak. Yazmak, harekete geçmek demektir. Bundan sonra böyle düşüneceğim. Formül belli ve artık yöneteceğim.
Diğer öğrendiğimse aslında öğrenmek değil de bir tanışma diyebiliriz. Bugün hatta az önce kendimle tanıştım. Memnun oldum, görüşürüz. : )”