Ayna. Dile geldi.

Eskiciden aldığım, mavi çerçeveli, halat desenli, uçları imameye benzer bir süsle kaplanmış. Yer yer atmış maviliğini. Çapı otuz santim etmez. Yüzüm içine zor sığıyor.

Dile geldi.

Kim bilir hangi evde, kim bilir benden başka kaç kişiyle konuşmuş. Odamdayım. Dinliyorum. Cezayir Sokağı’ndan, bir yokuşun başından gelmiş. Belki de Yeniçarşı Caddesi’nden. Dördüncü kattaydım diyor, bir pencere kenarındaydım. Numara 52 olabilir.


Durgunluğunun, maddeliğinin sese dönüşmesinden ziyade, söylediklerinin içeriğine hayret ederek onu dinliyorum.


Susmuyor, ara vermiyor. Sürdürüyor:


Acının neye benzediğini biliyorsun artık. Ve işliyorsun onu. Birazdan kuyumcu rafına çıkacak gibi, inceltiyorsun. Şekli belli. Yeri, yurdu belli. Kaba değil. Defalarca yontuldu.

Eskide kaldı kapı yumruklamaların, saç baş yolmaların, pencerelerden izmarit fırlatmaların, küfürlerin, kelamların.

Bir müzik. Bak. Hem de nahif bir müzik. Kimseye öfke kusmayan, zafer arzulamayan, zirve aldatmayan bir müzik. Bir piyano tınısı. By The Sea olabilir bu. Bu nahif şarkı bir sabahın bıçağı olabilir. Önüne bir ayna koyabilir. Seni aynaya itebilir. Ayakların, senelerdir uğruna yollar ezdiği bir eşiğe kırılganlaşabilir. Belki vazgeçemez ama güzergahı sorgulayabilir. Belki vazgeçer. Yeterince cesursan. Değilsen anın dışında bir yere atar seni. Yarın değil dün değil şimdi değil. Dördüncü bir evresi daha var yaşamın. Sana öğretebilir. Bir şarkı. Nahif bir şarkı. Durduğu yerde, öylece, bir sabah, yapabilir bunu. Bu şarkı The Weeping Meadow olabilir.


Yüzüm gövdesi belirginleşmiş parkelerde. Dağınık saçlarımı ellerimle çekiştiriyor, bakışlarımı odanın eşyalarında gezdiriyorum. Her şey ölü, her şey gömülmeyi bekliyor. Sanki. Ben hariç değilim.


Bir o canlı. Hepimize rağmen. Devam ediyor:


Bir sabah, bir masa, bir sandalye. Pencere önü. Ölgün bir çiçek. Kitaplar, bayat ekmekler, tuvalet kağıtları. Gazı tükenmiş bir çakmak. Belki kablosu çekmeceden sarkmış, aylardır teki çalışmayan ama ısrarla mont cebinde gezdirdiğin kulaklık. Kırıntılar, şarj aletleri. Yere düşmüş bir kalem. Söndürülmemiş masa ışığı. Yerde, tersine pantolon. Kırışmış gömlek. Ütüsüz bir akıl. Yeterli dağınıklık herkesi düzene sokabilir.


Öksürüğe benzer hırıltılar çıkarıyor. Oda dışından tıkırtılar gelince alçalıyor sesi. Devam ediyor.


Bir sabah, dümdüz bir sabah. İnsana, olduğu kişiden vazgeçmesi gerektiğini dayatabilir. Öyle uçurum dibinde falan değildir bu vazgeçiş. Cesaret gerektirmez. Hamle istemez. Durduğunla gelir. Bıraktığınla. Hala tuttuğunla. Yani o an neysen, mevcudiyetine bir çentik daha atmayacak, bir zerre daha üzerine koymayacak şekilde gelir. Yapmayı en sevdiğin şeylerle beraber gelir, ardından gelir. Sevdiğin, gölgesine değmekten gocunmadığın insanlardan gelir. Bir kapıdan gelir mesela. Bir anahtardan. Bir eşikten. Bir sesten. Gülüşten. Öyle yerdeyken, yüzükoyunken değil, odanda; elinde kahvenle yakalanırsın bu ihtimale. Tırnak izleri yoktur. Sıkı yumruklar, sinir krizleri… Belki bir tebessüm yakalarsın yüzünde. Sade bir tebessüm. Oradan anlarsın. Belki, şanslıysan o tebessümü biri daha yakalar. Evet, herkesin başına gelebilir bu.


Gülümsüyorum. Deliliğime belki. Belki de değil. Belki de normali budur yaşamın. Diyorum. Sessiz. Oda insansız, kimi incitmek istemiyorum gürültümle? Bilmiyorum.

Ara verdiğinde kalemi elime alıyorum. Başlıyorum karalamaya. Gözlerim odadaki her şeyden uzak.

Bileğimden önce belim bükülüyor, bu eğrilikle bir cümle kanatıyorum kağıda:

Zaman haddini aştıysa ve durmak yeterince kabuklaştıysa; beklemek, bekleyeni beklenene dönüştürür.


O sıra sesi yeniden yükseliyor.


Bir yol yürümüşsündür diyelim. Bir yolu çok uzun yürümüşsündür. İnanmışsındır ayaklarına. Aklını yola uydurmuşsundur. Ayakkabıların zemine uymamıştır, çıkarmışsındır onları. Ayak tabanlarının nazikliğini yol pürüzlerinden hatıra kalın derilere satmışsındır. Yol, uygunluk gerektirmiştir. İtiraz etmemişsindir.

Yak bir sigara. Tamam, biliyorum. Olsun. Yarın bırakırsın. O garip gırtlak ağrın, göğüs kafesinin doluluğu öğlene doğru geçecek.

Sonra işte… bir farkındalık, bir idrak. Bir soluk belki, belki iç çekiş. Bir gece ya da bir öğlen olabilir bu. On sekizinde veya kırk üçünde kapıyı çalmış olabilir. Hatta çalmadan gelmiş olabilir. Dedim ya, masanda öylece oturuyorsundur. Bir eksiği anlarsın. Bir fazlayı. Her şeyi değiştirir bu. Ama her şeyi. Anlayışın şeklinden kimliğine, kim olduğuna, ne olacağına kadar.

Başlarda garip gelebilir. Bunları kimse bir aynadan okumak istemeyebilir. Buraları geçelim. Dinle bak.

Pekala vazgeçebilir insan zirvelerden. Bu arayıştan. Düzlüklerden bile hatta. İnsan korkabilir. Bunca yolu yalnız yürümüşken yolun sonunda yalnız kalma ihtimalinden nefret edebilir. Başarıyı sorgulayabilir. Kırmızı halılarda bir başına yürümek istemeyebilir. Bunun için reddedebilir o kürsüleri. Anlaşılmak, görünür olmaya galip gelebilir. İnsan samimiyetin o pürüzlü ucunu bırakmamak için tüm arayışlarından vazgeçebilir. Kendine kızma, herkesin başına gelebilir bu. Herkes kendini bir aynadan dinleyebilir. Üzerine yeterince düşünmüşse, istemli unutmuşsa yeterli bilgiyi, eşyaların kimliği ortaya çıkabilir. İnsan bir sabah tüm geçmişinden farklı uyanabilir.

Bir aynayı duyabilir. Dinleyebilir.

Ardından, bir gece, günlüğüne şöyle yazabilir:


Canım insanlar. Sonunda bana bunu da yaptınız.