Ölümüm ansızın olacak, seziyorum.

Hayata karşı en unutkan olduğum bir vakitte teslim edeceğim bu emaneti.

Lakin bu düşünce beni irkiltmiyor; bilakis her an ölüme hazır olmam gerektiğini hatırlatıyor bana.


Hazır olmak demişken, insan yüzleşmekten başka çaresinin olmadığı bir duruşmaya nasıl hazırlanır, bu hesaplaşmayı nasıl kabullenir? Dembedem yaklaşan randevu saatinin aheste aheste yaklaşan adımlarının ağırlığı altında ezilirken, cansiperane bir özveriyle inşa ettiği dünyasını bir anda terk edip gitme ihtimalini neden unutur?

Unutur elbet, zira meşhur meseldir; "hafıza-yı beşer, nisyan ile maluldür", yani ki unutmak, insanın alın yazısıdır.


Hiç fark ettiniz mi bilmem ama ölen kimselere 'kişi' demeyi bile bırakıyor, 'kimse' demekle yetiniyoruz, 'her kimse öldü gitti işte, kalan sağlar bizimdir' dercesine, trajik bir durum; ölüm gibi, unutmak gibi, unutulmak gibi.


Dönüp dolaşıp aynı yere varıyorum; 'insan unutmakla malul olduğu kadar unutulmakla da maluldür demek ki' diyorum kendi kendime.

Kendini kainatın merkezine konumlandıran, herkesin onun varlığına müteşekkir olması gerektiği vehmine kapılan insanoğlu, elbette unutulmaya layık ve hatırlanmamaya değerdir.


Sözün özü; insan kendine her daim şu hakikati telkin edecek cesarete sahip olmalıdır: "Hatırla ki, hatırlanmaya değer bir şey değildin."


Bu hakikati özümsemek, insanın kendisine atfetmesi gereken değer hususunda ölçülü olmasını sağlayacak ve onu unutulma korkusundan azad edecektir.


Unutulmasın ki en çabuk unutulanlar, unutulmaktan en çok korkanlardır.