Yürümek

Akdeniz’de bir akşam. Fırtına, gök gürültüsü ve sağanak yağmur şehri esir almış. Herkes can havliyle otobüslere, binaların girişlerine, evlerine sığınmaya çalışıyor. Şehrin işlek caddesinde, siyah paltosu ve topuklu ayakkabılarıyla, elinde beyaz bir poşet taşıyan kadın, çevresindeki hengameye tezat oluşturan bir sakinlikle, hafif adımlarla, başı öne eğilmiş şekilde yürüyordu. Kadının başı önünde aklı arkasında bıraktıklarındaydı. Sakin adımlarının aksine içinde çetin bir savaş vardı. Geriye dönmek ile önüne bakmak arasında, aklıyla kalbi arasında, bir savaş. Girdiği her sokağı, yarım saat önce bulunduğu ortamın, içinde bulunduğu durumun ona hissettirdiklerini kendine hatırlata hatırlata adımlıyordu.

Yağmur şiddetini azaltmış, sokak terk edilmiş bir yetimhane yalnızlığına bürünmüştü. Kadın, adımlarını sanki mümkünmüş gibi daha da yavaşlattı. Bu sokağı sevmişti. Sokağın terk edilmişliği, yalnızlığı ona çocukluğunda bir gece vakti kaybolduğu sokağı hatırlatmıştı. Hayatı boyunca kendini yalnız hissettiği yüzlerce andan yalnızca biriydi o gece. Yolunu kaybetmiş, nefes nefese koşarak tanıdık bir yüz aramaya başlamış sonunda bir akrabasının evine can havliyle sığınmıştı. “Her zaman böyleydim. Sonunu düşünmeden, benim için iyi bir yere varacağına inandığım yola koşa koşa girer sonra yolun karanlığında kaybolurdum. Geriye dönmeye cesaret edemezdim-bir korkak olarak anılacağımdan korkardım-. İlerlemek için gerekli cesareti topladığımda ise çevreme bakmadan, dışarıdan nasıl göründüğüme aldırmadan yalnızca yolun sonunu hayal ederek hızlıca koşmaya başlar sokağın çıkışına varmak üzereyken nefessiz kalır, yorulur, tükenir ve olduğum yere çökerek ağlardım. Ben buydum. Güçlü görünmeye çalışırdım ama bir kuşun kanat çırpışı kadar bile güce sahip değildim. Bilirdim.” Diye düşünüyordu kadın bu kimsesiz, karanlık sokağı adımladığı sırada...